(Başlangıçta Europa'daki gibi bir giriş olması muhtemeldi fakat görsel öğelerin kısıtlı oluşu imgelemi daraltacağından gerekli görülmedi. Bununla beraber 'kitch' öğelere olan bağlılığım hakir görülmekten ziyade ilgi ve şefkatle yaklaşılırsa ancak, zaman-mekan odacığının bozkırları yeşerir. Bu bağlamda işbu yazıyı okuduğun göz önünde bulundurularak, tüm bu yapıbozum işi; parmak uçlarımdan göz yuvarlağının içine yansıtılır ve beyin kıvrımlarında -ki benim favorim sol lobundakilerdir- Monsieur Grenouille-vari bir istek ile lezzet bulur.)
Uyandın. Üniversiteye gitmek için üstünü değiştirdin ve kahvaltı etmeden çıkış kapısına yöneldin, açtığında yere düşen bir zarf dikkatini çekti. İçinde acilen bir uçak yolculuğu için hazırlanman gerektiğini belirten bir not, bir bilet ve bir banka hesap cüzdanı var, hepsi benim tarafımdan gönderilmiş. İlkin şaşırıyor olsan da buna çok seviniyorsun, uyandığında, bu hafta sınav haftası olduğu için doğal olarak heyecanlı ve sinirliydin, sınavları düşünüyordun. Ama artık aklında sadece, uçak biletinin üstüne el yazısıyla yazılmış Kanada ismi dönüyor. Buluşma zamanına çok olduğundan, üstündekileri çıkarmadan hemen geldiğin yere, yatağa, geri dönüyorsun. Ve Kanada'yı düşünerek uyuyakalıyorsun. Uyandığında, gördüğün rüyanın etkisiyle olacak, etrafındakileri bulanık bir şekilde algılıyorsun ne ki ilerleyen an içinde aklın başına geliyor; koşarak banyoya gidiyorsun, bir duş alıp, ivedilikle dolabındaki bazı elbiseleri çantana tıkıştırıp, son gerekli eşyaları da kontrol ettikten sonra çıkış kapısına koşturuyorsun, kapıyı açtığında yere düşen bir başka zarf dikkatini çekiyor. İçinde uçuşunuzun bir günlüğüne iptal olduğunu belirten bir not var fakat gönderen adını yazmamış ve sen öteki notla karşılaştırdığında yazının aynı elden çıkmadığını dahası kullanılan kalemin bile farklı olduğunu anlıyorsun. Bir şüphe canını sıkıyor.
Sınav saatini zaten kaçırdığın için evde kalmayı tercih ediyorsun ama bir yanın için için ne olmuş olabileceğini düşünüyor. Evin içinde biraz oyalanıyorsun, yatağına uzanıyorsun, banyo aynasında yüzüne bakıyorsun... Sene 1932 olduğundan ev telefonun yok zaten burası da senin evin değil. Genelde iyi gelirlilerin kaldığı bir pansiyon odası. Daha bir şey yemediğinden, ayaklarını sürüyerek aşağıdaki lokantaya gitmeye karar veriyorsun. Orada, beni arayabileceğin bir telefon kulubesi var. Ama hala canın sıkkın çünkü eğer uçuş tamamen iptal edilirse bugün kaçırdığın sınav yüzünden başın dertte sayılır. Sonra aklına hesap cüzdanı geliyor ve rahatlıyorsun. İçindeki para, en kötü ihtimal göz önünde bulundurulduğunda bile seni, bir kaç yıl idare edebilecek miktarda. Lokantaya girdiğinde, günün bu saatinde boş olduğunu görmek seni rahatlatıyor zira kalabalıkta yemek yemekten hoşlanmıyorsun. Zaten bu lokanta fikri seni en başından beri sinirlendiriyor, odanda kendi kendine hazırladığın yemekler daha çok hoşuna gidiyor, ayrıca yemek yerken bakışlarından rahatsız olduğun erkeklerden uzakta olmak senin için çok rahatlatıcı. Telefon kulubesi boş. Telefon numaramın olduğu defteri, odada unuttuğunu ve dahası elbiselerinin üzerine giyilmiş bir gecelik olduğunu ancak fark ediyorsun ve bu kadar dalgın olduğun için kendine küfür ederek yukarı koşuyorsun. Zira saçlarının hali ve gecelikle, şehrin akıl hastanesinden kaçmış uysal görünen ama hemen her an için çığlık çığlığa insanlara saldırabilecek birini andırıyorsun. Ya da öyle göründüğünü hayal ediyorsun. Bu kadar rahat olmak seni geriyor.
Kapına vardığında, benimle karşılaşıyorsun.
-Merhaba! Ben de sana gelmiştim, sen geç kalınca -üstündeki pembe geceliği fark ederek- Bu ne hal?! 30'ların yeni Chanel kreasyonu mu?
-Ha HA ha! Sabah ev arkadaşın bourbon şişeni tuvalete döktü galiba? İkinci notta uçuşun iptal olduğu söyleniyordu?
-Ne ikinci notu?! Biri kapına başka bir not mu bıraktı?!
O sırada iki iri adam merdivenlerde belirir, ben silahıma uzanmak isterim fakat adamlar daha hızlı davranır.
-Bay Vincent, lütfen makul olun, sorun istemiyoruz! Sadece tabletler hakkında konuşacağız.
"Ne tabletleri?" diyorsun. "Asur tabletleri mi?"
-Lütfen içeri girin Profesör -adam cebinin içinde bir silah olduğunu belirten bir hareketle odanı işaret ediyor-
Aklına birden, Perşembe gecesi benimle gittiğin, üniversitenin düzenlediği tarih seminerinde sana incelemen için verilen Asur tabletleri geliyor. Gece seminer sonrası verilen kokteylde çok içtiğimiz ve neden olduğunu şimdi pek hatırlamak istemediğin bir sebeple ofisime gittiğimizde, senin tabletlerin kırılma ihtimalini göz önünde bulundurarak onları öylece ofis koltuğunda bırakışın, diğerleriyle birlikte içeri girerken, aklında tekrar canlanıyor. Neden sonra orada ne yaptığımızı hatırlıyorsun. Canın yine sıkılıyor. Sonra adamlar üstümüzü arıyor ve silahımı alıyorlar.
-Lütfen oturun Bayım! Profesör siz de!
-Bakın eğer Bay Pin için çalışıyorsanız, ona da söylediğim gibi size de tekrar edeceğim, tabletler devletin malıdır ve Profesör Vivien, yazıları yalnızca çevirmek için göreve atanmıştır Bu nedenle tabletler burada olamayacak kadar değerlidir. Üniversiteyi denemenizi öneririm!
Adamlardan hep suskun olanı sinirleniyor.
-Yani tabletler burada değil mi demek istiyorsun?! Neden bu ikisini burada temizleyip tabletleri aramıyoruz?
-Saçmalama! Patron bizi kendi elleriyle öldürür! Bu kadın ülkede bu boktan tabletleri anlayabilen tek kişi...
-Öyleyse adamı temizleyelim.
-Kapa çeneni de onlara göz kulak ol, ben etrafı arayacağım!
Uzun süren bir aramadan sonra Pin'in adamları ikna oluyor. Sen bana dönüp ne yapacağımızı sorar gibi bakıyorsun. Seni oracıkta daha çok seviyorum.
-Beyler, eğer bugün binmemiz gereken L.A. uçağını kaçırırsak Bay Pin daha da sinirlenecek, lakin bir görüşmemiz var, biliyorsunuz. Neden siz üniversiteye gitmiyorsunuz, hem bize vakit kazandırmış olursunuz, hmm? Böylece, fotoğraflardan sonra Bay Pin tabletleri de görürür.
-Bakın Bayım, bu saçma oyundan vazgeçmeniz için sizi uyarıyorum, Bay Pin bize Profesörü ve tabletleri bizzat bizim getirmemizi emretti. Sizi hemen, burada, öldürebilirim. Benim için hiçbir şey ifade etmiyorsunuz. Ne yazık ki diğer alıcıları tanıyor olmanız sizi de önemli kılıyor. Şimdi kapayın çenenizi ve düşünmeme izin verin!
Adam içki dolabına yönlendiğinde, ben yavaşça ayağa kalkıyorum ve ağır ağır ikincisine doğru yürüyorum, diğeri bardağına şişenin dibinden viski dolduruyor.
-Bilmediğiniz bir şey var Bay...
-Groucho.
-Bay Groucho, bilmediğiniz bir şey var, görüyorsunuz ki ben özel bir dedektifim ve bu kadını korumak için Bay Pin tarafından altı ay önce kiralandım. Ayrıca peşimde birileri olduğunu bildiğimden buraya gelmeden önce eyalet polisinden birkaç dostumu da davet ettim, ne olur ne olmaz diye, beni anlıyor musunuz? Size tavsiyem önerimi takip etmeniz, böylece herkes işini yapmış olur...
Aniden ikinci adamın üstüne atlıyorum ve sağlam bir yumrukla onu yere seriyorum, diğerinin birkaç saniyelik gecikmesi yerdeki silahı almama yetiyor. Ayağa kalkıp, sana, "Eşyalarını topla güzelim, yetişmemiz gereken bir uçak var!" diyorum.
-Bay Vincent, büyük bir hata yapıyorsunuz! O uçağa binemeyeceksiniz!
-Göreceğiz Bayım, göreceğiz....
Adamın silahını ve kendi silahımı alıyorum. Sen bana dönerek:
-Vincent, onlara neden tabletlerin yerini söyledin?
Bana öyle bal rengi gözlerle bakıyorsun ki, ne yapmak istediğini hemen anlıyorum.
-Kes sesini, başka yapacak bir şeyim yoktu! Bay Pin, onların nerede olduğunu bu iki sirk köpeğine söylememiş olmalı...
Dışarı çıkarken odanın kapısını kilitliyorsun. Koşarak aşağıya, sokağın sonuna park ettiğim arabama gidiyoruz. Caddenin başında bana dudak büküyorsun.
-Bana az önce "Kes sesini!" dedin! Bazen çok aşağılık oluyorsun!
-Biliyorum bebeğim, ben böyle biriyim.
29 model Chewy'nin kapısını açarken kolumdan tutuyorsun ve dudaklarıma o günün ilk minik öpücüğünü konduruyorsun. Bu minik öpmelerin çok meşhur, son üç aydır... Arabada fazla silahları sana verip torpidoya bırakmanı söylüyorum. Sonra ofisime gidiyoruz. Kapıda bizi sekretim karşılıyor ve halimizden ne olduğunu hemen anlıyor. Doğruca ofisin içine koşuyorsun ve tableti aramaya başlıyorsun, sekreter atılıyor, "onları birinci çekmeceye koydum Profesör, diğer eşyalarınızın yanında..." kadına öyle bir bakış atıyorsun ki ben bile korkuyorum, koltuğuma oturup tabletleri eline alıyorsun ve benden çantanı getirmemi istiyorsun, aşağıya; arabaya iniyorum. Bu sırada sen sekretere kısık gözlerle bakarak:
-Umarım herşey bıraktığım gibidir.
-Korkarım bunu bilemeyeceğim Profesör zira o sabah içerisi epey karışıktı.
Kaşlarını kaldırarak kadına yanan gözlerle bakıyorsun. O sırada ben geri geliyorum, sana çantanı veriyorum. Ve sen onları çantaya geri koymadan evvel kırmızı bluzuna sarıyorsun.
-Acele edelim yoksa uçağı kaçıracağız!
-İlk önce üniversiteyi aramalıyım, öğrencilerim merak ederse sorun çıkarabilirler. Bunu kimse bilmemeli. Herşey bittiğinde Maracaibo'da kokteylimi yudumlamak istiyorum.
-Sanırım bunun için artık çok geç, Bay Pin'in ve Hükümetin sana verdiği meblağ toplamı, şehir bankasını alarma geçirmiştir bile, işin kötüsü paranın havalesi için imzan gerekli, yani daha bankaya gideceğiz! Haydi!
Tam kapıya döndüğümüzde, daha önce üçümüzün de görmediği sıska, seyrek saçlı bir adam peyda oluyor. Sekreter atılıyor:
-Bayım, ailevi nedenlerden dolayı Bay Vincent bugün meşgul neden size ben yardımcı olmuyorum?
Değişik bir aksanla.
-Kimse kıpırdamasın! -cebinden bir 44'lük çıkarıyor ve bana dönerek konuşuyor-
-Bay Vincent, lütfen, Profesör... Tabletleri bana verin, yoksa...
Yavaşça adama yaklaşarak, "Bundan artık sıkılmaya başladım!" diyorum. Adam iyice bana dönüyor. Birden üstüne atlıyorum, yere düşüyoruz, silah patlıyor, adama birkaç yumruk attıkdan sonra bayıldığından emin olunca üzerinden kalkıyorum. Sen o sırada sekreterin üstüne eğiliyorsun. Karnından vurulmuş. Yirmi dakika içinde mide asidi yavaş yavaş kanına karışacak ve acılı bir şekilde ölecek... Adamı bağlamak için bir şeyler bulmaya giderken:
-Ona dokunma, polisi ara! Çabuk!
-Ama bu duyulursa mahvoluruz! Bütün planlarımız suya düşer!
-Bir şekilde halladeriz... Acele et!
Dış kapıyı kilitliyorum, ve hemen yangın merdivenine daha önceden bıraktığım, araba malzemelerinin olduğu yığına gidiyorum, çekme halatıyla döndüğümde adam ayılmaya başlamış oluyor. Sen polise durumu anlatıp adresi söylüyorsun. Adamı hızlıca koltuğa bağladıktan sonra ceplerini karıştırıyorum, Almanya pasortu çıkıyor, birkaç yirmilik banknottan başka bir şey yok..."Vaktimiz yok. Her şeyi böyle bırakıp gidelim!" diyorsun.
-Kimsiniz ve tabletlerin bizde olduğu bilgisini nereden aldınız?.. Bay Hosenfeld?
Adamın aksanı gittikçe bozularak başka bir dil oluyor, sadece sen anlıyorsun, Almanca küfür ediyor. Bana dönerek, "İşbirliği yapmayacak! Gidelim!" diyorsun. Ona bir yumruk atıyorum. Bayılıyor. Siren seslerini duyuyoruz. Dış kapıyı açıyorum, sen o sırada sekretere her şeyin iyi olacağını söylüyorsun. Yangın merdiveninden caddeye iniyoruz. Arabaya binerken, bankaya gidip parayı çekmemizi ve ilk Venezuella uçağıyla ayrılmamızı öneriyorsun. Neden Kanada'ya gitmek istemediğini anlamıyorum.
-Peki ya Bayan Çığ ne olacak? Muazzez arkadaşın sanıyordum.
-Korkuyorum Vincent, içimde kötü bir his var, bu adamlar bizi biliyor. Belki başkaları da vardır! Diğer alıcılar... Bir an evvel bu ülkeyi terk etmeliyiz!
-Kanada'ya gidiyoruz!
Bana kuşkuyla bakıyorsun, o zamana değin bana böyle hiç bakmamıştın. Canım sıkılıyor. Arabaya binince çeneni tutuyorum, "Her şey yolunda gidecek, Muazzez'e tabletleri vereceğiz, paramızı alacağız ve istediğin yere gideceğiz. Bir daha sırf kadın olduğun için seni görmemezlikten gelen aptal tarihçiler ve her gün peşinde dolanan sivilceli asistanlar olmayacak!" diyorum. Gülümsüyorsun. Son hızla bankaya sürüyorum. Öğlen arası verilmeden önce koşar adımlarla bankaya dalıyoruz, banka bekçisi eski dostum, yanlışlıkla bir çocuğu vurduğu için emekliye ayrılmak zorunda kalan bir polis, bana doğru yaklaşıyor; ben sana imzayı atıp hemen gelmeni söylüyorum.
-Merhaba Vincent, bu hoş sürprizi neye borçluyuz? İçki yasağı seni de mi vurdu?
-Ah, bütün ülke kan ağlıyor!
-Sana ne diyeceğim, belki ilgini çeker, Bucket Of Blood'da artık el altından veriyorlar; sakın bizim çocuklara söyleme, yarın seninle bir iki bardak viski iyi olurdu doğrusu. Pazarları yalnız olmak hoşuma gitmiyor, biliyorsun.
-Benim için bir şey yapmanı istiyorum dostum, akşam iş çıkışında hastaneye gidebilir misin? Mag rahatsızlandı da... Biliyorsun kimsesi yok.
-Tabi! Sorun nedir?
-Önemli bir şey değil sanırım, ben şehir dışında olacağım, ona bakarsan sevinirim, soyadı Murdock.
-Sorun değil, patron! Soyadını biliyorum. Nereye gidiyorsun?
-Vivien'la şehir dışına çıkacağız, bilirsin işte, nefes almak için... Önemli iş...
-Bu aralar, iyi bir fikir, memnuniyetle sana yardım ederim.
Sen hızlıca yanıma geliyorsun, başınla bekçiye selam veriyorsun, ben iyi günler diliyorum ve çıkıyoruz. Arabaya binene kadar konuşmuyorsun. Sonra neşeyle, "Bu çok para!" diye bağırıyorsun, "Tam iki yüz elli bin dolar! Şu Pin Hükümete sıkı rüşvet vermiş olmalı, tam bir avanak!"
-Ben olsam bundan o kadar emin olmazdım, tabletlerin paha biçilemez olduğunu söylemiştin.
-Yalnızca doğru ellerde tatlım! Yalnızca doğru ellerde!
Doğruca havaalanına gidiyoruz. Yol elli dakika sürüyor. İnerken silahımı koltuğun altına bırakıyorum, araba bakıcısına anahtarı uzatıp, cebine Bay Hosenfeld'den aldığım yirmiliği sıkıştırıyorum, çocuk neye uğradığını şaşırıyor; ona arabayı ofisime bırakması için adresi veriyorum. Gülerek kabul ediyor. Bu akşam arabamla şehiri dolaşacağını çok iyi biliyorum. Uçağa binmek için alana yürüyoruz, küçük bir otobüs geliyor ve bizi alıyor, uçak Pan Am'in ilklerinden, bir Comet, bu ikinci binişim olacağı için çok heyecanlıyım, sen oralı olmuyor gibi görünüyorsun. Bu hoşuma gidiyor. Çantanı yanımıza alıyoruz. Ve yol boyunca sadece Karaiblerde bir tekne yolculuğunun ne kadar güzel olacağından bahsediyorsun. Hatta bir ara St. Martin Adası'nda Flemence ve Fransızcanı aynı anda geliştirebileceğine dair birkaç parlak fikir öne sürüyorsun. Ben de bunca dili nasıl öğrendiğini merak ediyorum. Yolculuk uzun sürüyor, indiğimizde kar yağıyor, burası çok soğuk, bütün o koşuşturmacada üstümüze kalın bir şeyler almayı unutmuşuz. Pasaport işlemlerinden sonra, hemen araba kiralamak için birilerini arıyoruz. Neyse ki burada eyalet havaalnında olduğu gibi araba kiralanabilen bir yer var, 29 model bir Ford A gösteriyorlar, daha fabrikadan yeni çıkmış gibi duruyor, adam uzun zamandır ilk araba kiralayanın bizler olduğunu söylüyor, kriz tabi ki Kanada'yı da vurmuş, arabanın tekerleklerine zincir takmak için oyalanıyorum. Sen ofiste kahve ve sigara içiyorsun. Camdan beni izliyorsun. Bir şeyler düşünüyor gibisin. Her şey bittiğinde, yoldayız, Niagara Falls, Toronto'nun güneyinde, yol bir buçuk saat tutuyor, acele etmeden gidiyorum. Sen radyoyla oynuyorsun, maden ocaklarında çalışanlar için hazırlanmış bir programda Raphsody In Black And Blue çalıyor, kendi kendine neşeleniyorsun. Bu kendi kendine neşelenmelerin de çok meşhur. Biraz gergin olunca hep böyle yapıyorsun....
-Biliyor musun, ben küçükken babam piano çalmamı istemezdi. Bunun kızlara göre olmadığını düşünürdü. Tam bir Mormon!
-Bence baban haklıymış, müzik zevkin bu yüzden berbat olmalı! -omzuma vuruyorsun-
Sana bakıyorum, ağlayacak gibisin.
-Hey?! Ne oluyor?
-Yok bir şey! Çok mutluyum sadece o kadar.
-Ah, seni tatlı şey! Bu kadar heyecanlanacak bir şey yok, sadece bir çanta takası olacak. Beni dışarıda bekleyeceksin. Hepsi bu!
-Bilmiyorum. Ya ters giderse?!
-Bayan Muazzez yanında olacak, bir sorun çıkacağını sanmıyorum.
Yolun sonundaki ağaçlık alana park ediyorum, Dışarıda bir lokanta var, içeri girip Bayan Muazzez'in otelini arıyorum, sen arabanın içinde sigara içiyorsun. Telefona kendisi çıkıyor, on dakika sonra Sheraton'ın lobisinde olacağını söylüyor. Barda duran garsondan bir paket Camels istiyorum, bulunmadığını, sadece tütün sattıklarını söylüyor. Canım sıkılıyor. Belki lobide satıyorlardır diye düşüyorum. Dışarı çıktığımda sen arabanın önünde beni bekliyorsun. Çantayı bana uzatıyorsun. Yüzünde hala anlayamadığım bir ifade var. Hızlıca, bir kaç dakikalık Sheraton yolunu yürüyoruz. İçeri girdiğimizde seni Muazzez Hanım karşılıyor, biraz konuşuyorsunuz ben sigara satan kızı arıyorum, canım çok sigara istiyor. Neyse ki bir tane buluyorum. Ama ben daha yakamadan, sen bana muğlak gözlerle bakarak, "213'üncü oda. Ne olur dikkatli ol." diyorsun. Hatta bana sarılıyorsun bile! Canım sigara istiyor. Koşar adım asansöre gidiyorum, asansörü kullanan yaşlı adam, yüzü kadar eski bir gülümsemeyle, "İyi akşamlar, hangi oda Bayım?" diyor, "213" diyorum. Yükseliyoruz. Ben çıkarken arkamdan, "İyi akşamlar Bayım!" diyor, galiba bahşiş istiyor; kendi kendime, dönünce vereceğimi söylüyorum. Sonra yine kendi kendime bu iş bitince lanet sigarayı da içeceğimi söylüyorum. Kapıyı çalıyorum. Hemen açılıyor. Yaşlı, uzun bir adam açıyor kapıyı, aksanına bakılırsa tam bir İngiliz beyefendisi; elimden çantayı alıyor, yatağın üstündeki para çantasını gösteriyor. Ben paraların gerçekliğini kontrol ederken o da tabletleri kontrol ediyor. Sonra gülerek selam veriyor ve odadan ayrılıyor. Kendi kendime her şeyin çok kolay olduğunu düşünüyorum. Bir sigara çıkarıyorum, ağzıma koyuyorum, tam yakacakken dışarıdan garip gürültüler geliyor, oralı olmuyorum hayatımda ilk defa. Sonra kapı açılıyor; sensin. İlk önce anlamıyorum, gözlerin ağlamaklı. Ve elinde bir 44'lük tutuyorsun yaşlı adamı içeri sokuyorsun. Adamın korktuğu her halinden belli. Bana dönerek:
-Her şey için teşekkür ederim Vincent...
-Sen neden bahsediyorsun Vivien?
Bu soruyu sormamla, beni vuruyorsun, sonra yaşlı adamı vuruyorsun. Ben sandalyenin üzerine düşüyorum, doğrulmaya çalışıyorum; beni boynumdan vurdun... Ağlıyorum. Ağlıyorsun. Yaşlı adamın yanına yaklaşıp kafasına sıkıyorsun, sonra silahı eline veriyorsun. Her şey o kadar hızlı oluyor ki hala inanamıyorum, ağzımda sigara öylece oturuyorum. Eldivenlerini çıkarıp yanağımı okşuyorsun. Sonra çantalarla odayı terkedecekken sen, "Ateşin var mı?" diye soruyorum, çok hırıltılı bir soru oluyor bu. Bana gülümsüyorsun, hızlıca sigaramı yakıyorsun, sonra eşi benzeri görülmemiş bir hızda odayı terk ediyorsun. Parfümün. Levanta kokusu sigara dumanını bile bastırıyor. Ağlıyorum.
15.4.10
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder