30.4.10

"herhangi bir şeyi kırmadan tamir edemezsiniz" - wilbur greensmith adında yaşlı bir amerikalı

- romanlarınızdan birini en başından, tekrar yazabilir misiniz bay alfredo? dedi.
bay alfredo, bu soru karşısında şaşırmış olduğunu gösteren bir yüz ifadesiyle kafasını önündeki gazeteden kaldırıp baktı.
- ne abes sorularınız var genç dostum... bu sorunuzu cevaplamadan iyice anlamak isterim ilk evvela. ama ondan da önce şu büfenin üstündeki kanyak şişesini görüyor musunuz? dedi.

bu sorunun yöneltildiği kişi, bay alfredo'yla birlikte odada bulunan diğer hücre, 20'li yaşlarının sonunda, ince, kumral bıyıklı, iyi kesimli buz gri bir ceket ve onunla son derece uyumsuz ceviz yeşili bir pantolon giymiş, boyuna göre kilosu bir hayli az görünen, korkutucu derecede açık renkteki kahverengi gözlerinin altı geceleri soluk ışıkta çok kitap okumaktan ya da belki son aylarda dadandığı bayan mimoza'nın randevu evinde geçirdiği uzun ve yorucu gecelerden dolayı mor bir halkayla çevrili olan ve o anda odanın güneye bakan penceresinin önündeki pervaza yaslanmış bir halde durup büyük bir dikkatle bay alfredo'ya bakan vincent adında bir adamdı.

vincent durup bay alfredo'nun aslında bir cevaba ihtiyaç duymayan sorusunu fazladan bir "evet" cevabıyla doyurmak yerine büfenin olduğu yere doğru seğirtti. ucuz, tahta tabanlı ayakkabılarının yeni cilalanmış parke üzerinde çıkardığı ses bay alfredo'yu derinden rahatsız ettiyse de bay alfredo bu durum karşısında sesini çıkarmadı. fakat vincent oturduğu koltuğa yaklaşır yaklaşmaz kaba sayılamayacak bir çabuklukla şişeyi vincent'in elinden aldı. kendi kadehine doldurduğu kanyaktan hızlıca bir yudum aldıktan sonra ortada duran sehpanın vincent'in şimdi iliştiği koltuğun tarafında kalan kısmında duran kadehe de kanyak döktü. ince tül perdelerden sızan gün ışığı kadehin ağzındaki altın renkli süs çizgisinin yıpranmış yerlerini utanç verici bir çıplaklıkla göz önüne seriyordu. bayan sophie garcia iki sene önce bu vakitlerde hayata ve 30 yıllık kocası alfredo'ya veda ettiğinden beri evle ilgilenen ve böyle ilgi ve zevk gerektiren ufak tefek ayrıntılara zaman harcayan kimse kalmamıştı. bay alfredo ise böyle ayrıntılara dikkat etmesine rağmen bunları değiştirmek ve düzenlemek için bir adım atmaya üşenir gibiydi. sophieciğini kaybettiği günden beri tabir-i caizse üzerine ölü toprağı serpilmişçesine, tutuk ve silik bir hayat sürmekteydi.

vincent az önceki cesur çıkışına tezat oluşturacak şekilde sıkılgan bir tavır içindeydi şimdi. alnında ve şakaklarında parlayan ufacık ter damlaları handiyse pirinç sehpaya damlayacak ve kaşla göz arasında buhar olup odanın tavanında dönüp duran toz kümesinin içinde yerini alacaktı. vincent'i böyle sıkan, elbette bay alfredo'nun tam 12 dakikadır önündeki gazeteyle ilgilenip kanyağını yudumlamasıydı. vincent, sorusunun ve de kendisinin bu oda dahilinde bu kibirli adam tarafından hiç de umursanmadığından ölesiye korkuyordu. bu şekilde daha ne kadar beklemesi gerektiğini düşünürken bay alfredo ani bir hareketle doğruldu, kahverengi benekli çerçeveli gözlüklerini usulca sehpanın üzerine bıraktı ve vincent'ın gözlerinin ortasında bir noktaya gözlerini dikti.

- evet genç dostum. sorunuza gelecek olursak... dedi.
- yazılıp bitirilmiş bir romanı yeniden yazmak fikrinizi bana biraz daha açmanızı rica edeceğim.

vincent, bir önemsenme işareti olarak gördüğü bu soruyla rahatlamış bir şekilde cevap verdi.

- burada demek istediğim şudur, bay alfredo. isterseniz bir örnekle izah edeyim. mesela ikinci ve benim de özellikle sevdiğim romanınız "soytarı"yı ele alalım. bu romanınızın konusunu ve ana hatlarını koruyarak bütün kitabı yeniden yazabilir misiniz?
- sizin böyle bir isteğiniz mi var vincent? kitabı eksikli mi buluyorsunuz? yoksa...
- hayır bay alfredo hayır, rica ederim, beni yanlış anladınız. yani ben yanlış ifade ettim kendimi size. bunu edebi bir tartışma başlığı olarak alınız ve bu fikre genel bir öneri muamelesi yapınız ve öyle değerlendirmeye gidiniz lütfen. yani halihazırda yazılmış, basılmış ve hatta çokça okunmuş bir kitabı alıp yeni baştan, tekrardan yazıyorsunuz. karakter, olay akışı, konu ilavesi olmaksızın. o durumda yeni yazdığınız kitap (dilerseniz buna ikinci kitap diyelim) asıl kitabın (birinci kitabın) bir revizyonundan mı ibarettir yoksa bu ikinci kitabı yeni bir kitap olarak mı görmeliyiz?
- bu fikrinizi tetikleyen geçen ay antilop dergisinde çıkan bir yazı mı acaba? gunther leetheid adında santorini'li bir edebiyat öğretmeni bu fikre yakın bir şey ortaya atmıştı.
- antilop dergisinden haberdarım bay alfredo, fakat bahsettiğiniz yazıdan hiç haberim olmadı.
- her ne ise... burada sorduğunuz şeyi bir cümleyle özetlersek eğer: edebi bir eseri meydana getiren şey içerik midir yoksa üslup mu? hangisi daha ağır basar? demeye çalışıyorsunuz. yanılıyor muyum genç adam?
- hayır efendim. çok doğru bir şekilde ifade ettiniz. sormak istediğim tam da buydu.
- o halde size yıllar önce viyana'dan sofya'ya giden bir trende tanıştığım ve iki gün boyunca yol arkadaşlığı yaptığım bay wilbur'un hikayesini anlatmak isterim. onunla konuşmamızın bazı bölümleri sizin özellikle dikkatinizi çekecektir diye düşünüyorum.
1952 senesi mart ayı idi...

(arkası yarın)

29.4.10

Aralık - Nisan

Aralık, 940.

O kış, kar, Luxembourg'un arka caddelerine daha düşmemişti; on yedi yaşındaydın, baban doğdu doğalı kambur bir hamaldı. Sisyphos'un yerine, iltimasla geçirilmiş bir yakınıydı. İşinden nefret ediyordu. Annen, iki sene önce Lorraine'de bir fransız madenci tavernasının üçüncü katında ölü bulunmuştu, frengiden, hiç tanımadın onu. Tanısan da umurunda olmazdı zaten. Çünkü seni ilgilendirmediğini düşünürdün. Seni pek az şey ilgilendirirdi. Mesela kadınlar ya da sıcak bir ekmek ve bir tas sıcak yemek, belki yatacak sıcak bir yer, belki... O gün ellerin daha bir kadının bacaklarına değmeden ölmüştün? Arkadaşların arkandan böyle diyordu. Sana gülüyorlardı. Sana imreniyorlardı. Zaten çok arkadaşın yoktu, bunları da tren istasyonunda ufak işler kovalarken tanımıştın. Savaş çıkınca, her evsiz çocuğun yaptığı gibi, Doğuya gittiler. Üniforma onlar için her şeydi.

Ölmüş müydün?
Onlar ölmüştü, bu kesindi...

-Adım yok benim.
-Sana adını sormadım zaten, Fransızcan çok güzel, nerede öğrendin?
-Sana ne! Bundan sana ne?! Beni rahat bırak...

Gözlerini açtığında bir vagondaydın, ellerin bir kadının bacağına düşmüştü ve kadın pür dikkat seni izliyordu. Rüyanda Fransızca konuşuyordun. Annenle...

-Nereye gidiyorsun?
-Ne?
-Nereye gidiyorsun?
-Bilmiyorum, bu tren nereye gidiyor?
-Bilmem...
-...bir kaç Frank'a elimle yapabilim, ister misin? Karnım çok aç ve paraya ihtiyacım var, hmm? Ne dersin?
-Ne?
-Paran var mı?
-Param olsaydı, bu vagonda olmazdım güzelim, böyle mi geçiniyorsun? Kendine daha namuslu bir iş bulamadın mı?
-Hmpf, ne gibi? Dikiş dikmek veya ev toplamak gibi mi? Savaş bitti, askerler evlerine dönüyor, bize çok ekmek çıkar daha... Kaçak mısın?

Canın sevişmek istiyor. Ama seni tutan bir şeyler var. Vagonun uğultusu canını sıkıyor. Merak ediyorsun, bu kızın burada ne işi var? Aklına hemen cebindeki iki bronz Frank geliyor. Elini cebine atıyorsun, orada yoklar. Göz göze geliyorsunuz, sana sırıtıyor.

-Namuslu olmadığımı sen söyledin. Al... Zaten sana geri verecektim.
-Seni pis sürtük...
-Hey...
-Eğer biri tahtaların arasından dışarıya düşseydi, sana o zaman günü gösterirdim...

Kızın kirli yüzünden yaşını çıkartmaya çalışıyorsun, on beş yaşında ya var ya yok, gözleri kahverengi ve parlıyor. Parlıyor. "Belki bal rengidir." diyorsun içinden, hemen olduğun yere çöküp oturuyorsun. Kız da seninle aynı şeyi yapıyor. Sonra Fransızca soruyor: "Adın ne?" Öylece, soğuk kış rüzgarının kazağının boğazından içine doluşuyla aynı anda oluyor bu, irkiliyorsun.

-Almanca konuşmayı tercih ederim.
-Neden? Rüyanda gayet güzel konuşuyordun.
-Ne dedim?
-Annen hakkında bir şeyler...

Bronzlardan birini kıza uzatıyorsun. Hayatında ilk defa içinden gelerek bir şey yapıyorsun. Biriyle paranı paylaşıyorsun. Bunu neden yaptığını bilmiyorsun.

-Sen nasıl bir adamsın? Annen hakkında onca şey sayıkladıktan sonra hem de? Koy onu cebine, vazgeçtim ben. Zaten ilk durakta ineceğim.
-Yanlış anladın. Al bunu. Ama ilk durakta inme. Hava çok karanlık ve soğuk...
-Özür dilerim...

Tren yavaşlıyor. Kız sana doğru sokuluyor. İyice durduğunda dışarıdaki köpek sesleri de kulağınıza çalınıyor. Kız daha çok sokuluyor: "Adım Anna." Vagonun sürgülü kapısı sonuna kadar açılıyor...

-Bakın burada kimler varmış? Deliklerini kaybetmiş iki küçük tavşan!



Nisan, 832.

Gözlerin, sıcak su buharıyla iyice rahatlıyor. Ama bu sefer de kafan kaşınıyor. Saç diplerini tırnaklarınla kazıyorsun. Daha çok kaşınıyor. Bir kadın sana Shilluk dilinde bağırıyor, anladığın kadarıyla beklemeni, yapmamanı söylüyor. Ne yazık ki, çok az şey hatırlıyorsun, bir isim belki; Anna.

-Efendim, artık devam etmeliyiz, deveniz için çok geç...
-Kahretsin, güzel bir hayvandı, yazık oldu... Tamam.
-Efendim, ayrıca özür dileyerek belirtmeliyim ki, Teğmenim diyor ki; mediyetsiz rehbere kıyafet bulmalıymışsınız, bunu özellikle belirttiler efendim...
-Thomas, Teğmenine söyle, o kıçını çöl karıncaları için yuva haline getirmek istemiyorsa çenesini kapasın! Bu bilimsel bir çalışma ve emirlerime uymak zorunda! Tabi eğer Kral Hazretleri'nin 'özellikle belirttiği' görevlere karşı gelmeyi istiyorsa o başka...
-Teşekkürler efendim, kendilerini bu konuda bilgilendireceğim...

Shilluk kadınla göz göze geliyorsunuz, kadın sakallarına dokunuyor ve gülüyor. Kadını tanıdığından beri onu hiç anlayamadın; bazen Thomas'ın dediği gibi, onun sadece medeniyetsiz, baldırıçıplak bir köle olduğu için sevdiğini düşünüyorsun. Kadın sana inanıyor. İnanıyor. Aynı senin Kral Hazretleri'ne inandığın gibi. Canın daha çok sıkılıyor. Dünya bu kadar büyükken ve gidecek onca yer varken, hala birilerine tabi oluyor olmak canını sıkıyor. Akşam oluyor. Yüreğine akşam oluyor. Gölgeler uzadıkça, canın daha çok sıkılıyor. Nil'den çok uzaksın, tanıdığın her şeyden, herkesten uzaksın. İçinde adını koyamadığın bir his daha var. Gece gördüğün rüyayı hatırlamaya çalışıyorsun. Kadın, kadının, ellerini yüzünde gezdirmeye devam ediyor, yüzünü kendine çeviriyor. Kadının gözlerinde kendi, boş bakışlı yüzünü görüyorsun, kendinden iğreniyorsun. Şimdi Avrupa'da olmak istiyorsun.

-Anna diye, bir kadın.
-Bir kadın?
-Evet. Rüyamda. Gece. Uyurken ben.
-Gece, diğer ruhlarla konuşabiliyor musun? Beyaz ruhlarla?
-O ruh değil. Senin gibi...
-Burada mı? Buraya bir kadın mı aldın? Beyaz bir kadın?
-Hayır. Kafamda. Ben uyurken geldi.
-Bazen tanıdıklarımızı, görüyorum ben de, mızraklı adamları...
-Ah, tamam, boş ver zaten söylediklerimi anlamıyorsun, belki de askerler haklıdır, üstüne bir şeyler giysen iyi olur...
-Hemen mi?

Çadır ve şilte ısınıyor.

Ölüyor musun?

16.4.10

Taslak

Yılmaz, baş eğmez bir noktada kanlar içinde kendimden geçmeden hemen evvel düşündüğüm tek şey bedenimi bir ara sokağa sürüklemek oluyor. Son bir gayret göstermek istiyorum. Yolun kenarında, çöp konteynerlerinin hemen dibinde ölüyor olmak beni öfkelendiriyor. Yaşamış olduğum hayatın anıları ile ölmek üzere olmak arasında bir yerlerde öfke nöbetine tutulmak; ne komik!

- Ko…öhhhöööö…öhöö…ko-mik..ama…demekkk..ki…böy-leeğğ..oluyorrh…

Algılarınızı acıya kapatabilirseniz zihin sizi anılara boğuyor. Düşünebildiğiniz için çok mutlu oluyorsunuz. Gözleriniz bir noktaya sabit, elleriniz asfalttaki kanınız üzerinde geziniyor, yutkunmak bu kadar tatlı geliyor iken aslında bambaşka şeyler düşünüyor insan. Mesela ben sağ kalçamdaki kocaman bıçak yarası yerine az önceki randevumu düşünüyorum. 1 saatimi ayırdığım kadınla vedalaşırken devasa bir aşağılık kompleksine girip kendimi karanlık odalarda uykuya teslim etmek istediğim geliyor aklıma. Sanırım şu an yaşadığım da buna benzer bir şey olacak. O kadar vazgeçişe yaklaşmışım ki, ağzımın kenarından sızan tükürük bile beni utandırmıyor. Elimi kanımda gezdiriyorum. Görmediğim için tüm sıvılar bir şu an. Su ya da kan fark etmez. Gözümle görsem bile dehşete düşmezdim belki. Kadının adı neydi? Elizabeth mi, Josephine mi?
“Önümüzdeki haftalarda çok yoğun olacağım, ben seni ararım olur mu?”

“Heyyy, telefonumu almadın..”

Evet, sanırım adı önemli değil.
Artık hiçbir şeyin önemi yok…
Ölmek; kendilerinden memnun olmayıp hayatları boyunca kaçmanın, kaybolmanın, özgürlüğün, her şeyden ve herkesten vazgeçişin, sıfırdan başlamanın hayalini kuranlar için biçilmiş kaftan. Bunu şimdi ölmek üzereyken daha iyi anlıyorum. Film şeridi diye bir şey yok! Ölürken aklınızdan geçen tek cümle var;
İşte bitti!

Taslak

Yaklaşıyor…
Azameti adanmışlığında gizli. Kendini adadığı şey, kalbini tuzla buz eden, sonuçları ne olursa olsun ödetilmesi gereken bir bedele dayanıyor.
Güçlü…
Hızla yaklaşıyor…
Beraberinde gözlere perde çeken gri bulutları getiriyor. Çok büyükler. Kanı temizlemek için yoldalar. Dökülecek kanı soysuzlaştırıp yollarına devam edecekler.
İçinde durduramadığı bir isyan. Başka hiçbir şey düşünmüyor. Kendini teslim ettiği acı.
Yoğun…
Kefareti kesik bir baş. Bunu almaya geliyor. Çarpık bir gülümseme ve tarife imkan yok bir ızdırapla.
Bulutlar mahmuzlanmış, amaca amade. Kim ki göğe kaldırır kafasını merhamet diler, onu saracak olan matemdir. Bakmak istemeyecektir bir daha gün ışığına. Algılar değişecektir. Beyaz o kadar masum gelmeyecektir artık.
Gökyüzünden milyonlarca kan temizleyici silecektir izleri.
Toz toprak kaldırarak ilerliyor..Bakışları sabit..İçinden Tanrıyla konuşuyor.
“Bana merhamet verme.”

Taslak

“DTC”
“DTC mi?”
“Evet, DTC”
“İyi de ne demek bu şimdi?”
“DTC, yani Diagnostic Trouble Code.”
“Teşhis Güçlük Kodu diyorsun.”
“Tam da bunu diyorum.”
“Ama bu bir kısaltma. Kelime değil Eugene. Bunun Scrubble’da kuralları var.”
“Kuralları koyanlar bana ne yapacağımı söyleyemez.”
“Bu cümlenin kendi içinde pek çok argüman barındırdığını söylesem?”
“911 acil yardım hattı derdim.”
“Her başın sıkıştığında şiddete başvurman çok kaba bir durum.”
“Sen homoseksülesin Edward. Senin için kaba olmayan tek şey ipek halılar.”
“Pekala, Teşhis Güçlük Kodu ne demek?”
“Bilmiyorum. Sadece otomotiv kısaltmaları hoşuma gidiyor.”
“Boş zamanlarında otomotiv kısaltmaları mı ezberliyorsun yani?”
“…”
“Eugene?”
“Düşünüyorum.”
“Oyuna devam edecek misin?”
“Hayır, sana Teşhis Güçlük Kodu’nun ne anlama geldiğini anlatacağım.”
“Sana göre anlamını..”
“Dinle ve madenci sevgiline anlatacak bir hikâyen olsun bebeğim.”
****

Goa. Hippie’lerin yasal cenneti. Amerikalıların kusursuz tekerrür projesinin başkenti. Bunun dışında, Hindistan denince akla gelen sayısız güzelliklerden sadece biri. Renkler, sesler ve kokular bu şehirde birleşir. 5 yıl önce Temmuz ayında Goa şehrinde başıma bir felaket geldi Edward. Çok ciddi bir felaket. Bazen gördüğümüzle yetinmemiz gerekir bebeğim. Gördüklerimiz bizi mest etse de...

5 yaşında genç bir adamım ben. Kocamanım. Akıllıyım da. Büyüklerim öyle çağırıyor beni. Bir oturuşta 4 kek dilimi yiyebiliyorum, bitkiler nasıl yetişir haberim var, annem babama “Robert, beni delirtiyorsun” dediğinde gerçekten delirmeyeceğinin farkındayım, büyükannem ayak tırnaklarını keserken bir yandan da diğer eliyle eteğini örtmeye çalışıyor, bunun nedeni benim bazı şeyleri görmemem gerektiği; bunu da biliyorum. Güneşin geceleri neden yok olduğunu, tavşanlarla sincapların aynı yeteneklere sahip olmadıklarını, havucun yararlı, patates cipsinin zararlı olduğunu, içinden dilek dileyince Tanrı diye birinin seni duyduğunu ve dilediğin şeyi sana verdiğini biliyorum. Gerçi bu konuda henüz tutarlı bir fikrim yok. Düşündüğüm şeyleri yalnızca ben duyuyorum. Başkasının duyduğuna dair de bir ipucuna rastlamadım. Bazen büyük teyzem Marlyn’in suratına bakıp bazı şeyler düşünüyorum. Mesela;

“Marlyn teyze, o kadar kötü kokuyorsun ki, ölmek istiyorum.” diyorum. Oturduğu yerden bana göz kırpıyor.

“Marlyn teyze, dişlerinin yarısının ağzının dışında olmasının bir sebebi varsa o da geride kalanların kötü kokudan ölmek üzere olmalarıdır” diyorum, “buraya gel genç adam, senin için bir şeyim var” deyip cebinden içi kremalı çikolatalardan çıkarıp ağzıma sokuşturuyor.

Her gün, her saat aklımdan bir sürü şey geçiyor. Bazen yetişemiyorum. Etrafımda gördüğüm şeyler geceleri rüyama giriyor. Şekilleri, renkleri, boyutları değişmiş oluyor ama böylesini daha eğlenceli buluyorum. Gece gördüğüm rüyaları düşünüp resimler yapıyorum. Annem

“Bu çocukta bir şeyler var, baksana Robert, büyükanne Meredith’i yiyen bir hamburger çizmiş” diyor. Babam okuduğu gazetenin üzerinden çizdiğim resme bakıp kafasını iki yana sallıyor ve tekrar gazeteye gömülüyor. Rengârenk kalemlerle değişik resimler yapmayı seviyorum. Aynaya bakmayı seviyorum. Bazen babamla aynı anda banyoda farklı şeyler yapıyor oluyoruz. Yan gözle onu izliyorum, dişlerini fırçalıyor. Görüş alanım belinden aşağısı olduğu için bacaklarındaki siyah kıllara takılıyor gözüm. Benim bacaklarımda onlardan yok. Siyah keçeli kalemle bacaklarıma kıllar çiziyorum. Uzun uzun çubuk şeklinde..Annem bağırıyor.

“Robert, gel de oğlunun bacaklarına ne yaptığına bir bak.”

Kalabalık bir ailem olması bazen hoşuma gidiyor ama çoğunlukla mıncıklanmaktan ve ayakaltında yuvarlanmaktan hoşlanmıyorum. Sinirlendiğim zamanlar babam gibi kükremeye çalışıyorum;

“Bu benim hayatım, sesimi yükseltiyorum..Oldu mu?”

Hep bir ağızdan gülüp beni ortalarına alıyorlar. Yanağımı sıkıp, omuzlarımın genişliğini ölçüyorlar. Kimisi saçlarımın kesiminden şikâyetçi, kimisi dişlerimin ileride sorun çıkaracağından emin. Lastik gibi oradan oraya uzuyorum. Bu hoş bir şey değil.

Neden ve nasıl sorularını sadece büyükbabamla paylaşabiliyorum. O çok büyük. Annemden babamdan bile daha büyük. Onun dizine oturup gözlerimi suratına dikiyorum. O da bana bakıyor. Hiç gülmüyor. Ben de hiç gülmüyorum ama sonra gülesim geliyor. İşte o yenilgi esnasında aslında benim için başlangıç olduğunu biliyorum.

“Büyükbaba, budala ne demek?”

“Diyelim ki ben bir tavşanım”

“Ama sen tavşan değilsin ki. Kulakların uzun değil senin.”

“Yani, mesela diyorum. Diyelim ki öyleyim..”

“O zaman hemen gidip pembe kalemimle burnumu tavşan burnu yapayım bende, ikimizde tavşan olalım”

“Oturur musun lütfen..Bir soru sordun ve cevaplıyorum..”

“Peki.”

“Pekâlâ, diyelim ki ben bir tavşanım. Büyükannen de bir havuç. Ağaca dayanmış kitap okuyan bir havuç görüyorum. Çok güzel..Lezzetli..İri..Yani, güzel işte..”

“Büyükannem havuç mu?”

“Evet, havuç evlat..Sonra bir başka tavşanın da o havucu gözlediğini görüyorum. Uzun boylu bıyıklı lanet olası bir havuç. Sözüm ona sporcu. Ben neyim? Ben bir müzisyenim. Romantik bir müzisyen. Havuçların dilinden anlayan. Evet, ne diyordum, o da o havucu istiyor. Ama benden daha iri. Beni pataklamak için de can atıyor.”

“Burnunu kanatmak için mi yani?”

“Aynen evlat..İkimiz de aynı havucu istiyoruz. Karar havucun tabii..Ee, şey, neden bahsediyorduk evlat?”

“Budala ne demek diye sormuştum.”

“Haa evet, büyükannen şu an mutfakta benim şarkılarımdan birini mırıldanıyor. Bu durumda havucu ben kazanmış oluyorum. Kaybedene de budala derler. Kaybedenler budaladır evlat, bunu sakın unutma.”

“Geçenlerde büyükannem senin boşa attığını söyledi. Kaybedilen maç hanen kabarıyormuş. Bu durumda senin budala olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü top bile oynayamıyorsun artık.”

“Hadi, git ve annene yardım et..Bu dediklerimi de unutma..Bir kadını istiyorsan onu eninde sonunda elde etmelisin.”

Paylaştığınız şey değil, paylaşılan anlar önemlidir demişler..

İstediğim pek çok şeyi şu an yapamıyorum ama kafamın içinde istediğim her şeye ulaşabiliyorum. Bunu anlamak biraz güç doğrusu. Bir şeyi düşünüyorum ve gözümün önünde beliriveriyor. Mesela geçenlerde Suzanne pembe bir külotlu çorap giymişti ve o rengi görünce nedense içim içime sığmaz. Dokunmak istedim ancak büyükbabamdan enseye cimcik yiyince ben de içimden dokundum. Suzanne’in çorabına dokundum. Saatlerce pembe rengi izledim. Hiç kimse de bir şey diyemedi..O sırada tabağımdaki brokoliyi bitirmekle cebelleşiyordum, kimse bir şey fark etmedi. Kendi kendime gülümsediğimde

“Robert, bu çocuk kendi kendine gülüyor. Ne yapmamız gerektiğini bilemiyorum” diyor.

Evet; gökkuşağından, denizden, dilimden, beyaz tırnaklarımdan, yemeklerden, annemden, babamdan, dua etmekten, bahçemizdeki yapışkan otlardan, makinelerden, saatten, müzikten, ses tonlarından, uzunluklardan, genişliklerden, kirpiklerden, dişsiz ağızlardan, Suzanne’den, göbek deliğimden, çizdiğim resimlerden, gökyüzünden, yer altından, noelden, hediyelerden, bebeklerden ve daha kafamı kurcalayan pek çok şeyden bahsetmek isterdim ama 5 yaşında ve yer cücesiyseniz, sebepsiz yere, sadece sesiniz olduğunu fark etmek, onun nasıl bir şey olduğunu, ne dereceye kadar yükselebileceğini öğrenmek adına avaz avaz bağırıyor ve bundan büyük zevk alıyorsanız annenizin sizin ağzınızdan çıkacak mantıklı cümlelerle pek işi olmuyor.

Bana bir lolipop verin ve kaybolun ortadan!



  1. Hazır çorba ambalajının arkasında tavsiye edilmeyi bırakın, olağanca duyarsızlığı ile eklenmesi gereken su miktarını tarif eden bölüm fakirleri hiç mi hiç ilgilendirmez. Bilakis, onlar kıvamı, lezzeti düşünmeksizin sırf karınları birazcık daha doysun diye toza bol bol su dökerler. Aldığı kadarı yetmez. Karın doymaz. Sonra bir bakarsın, çorba olmuş sulu boya. Tat desen yok, tuz desen yok. Ama yanına katık edilen simit içine doğranır ve bir güzel yenir ve/veya içilir.
  2. Çeşitlemelerin (Bkz: Çabuk Çorba'dan iki yeni lezzet: Annemizin Tarhanası - Yöremizin Yaylası) ve sempatik açıklamaların fakiri olduğundan daha fazla duygusallaştırması imkansıza yakındır. Metin yazarları, reklamcılar vb. kişiler Şolohov'un karakterlerinden feci şekilde etkilenmelidirler. Evet, tarhana çorbasının fakirin hayatındaki yeri çok önemlidir. Anadolu'nun, tokgözlülüğün ve minnettarlığın simgesidir. Aza kanaat edenin alın yazısıdır tarhana. Ama bu platformda "Annemizin Tarhanası" "Annemizin Tarhanası - azar azar" kıvamında sunulursa işte bu deveye "Sen devesin" diye hakaret etmeye benzer.
  3. Çabuk Çorba'nın genç, bekar ve delidolu kesim* konseptinin (bunu hedeflememiş olsa da durum bu merkezde) saat 12.00 - 18.00 arasını sadece bir çorba ile geçirmek zorunda kalan kesimi** (ki bu kesim, kendileri hedef kitlenin içinde olmadığı halde "efendilik yapıp" çabuk çorbaya talim etmek "zorunda kalanlardır") ne derece içeri alıp dışarı bıraktığı da tartışma konusudur. Bakkal çeyrek ekmek arası salam kaşara 2 Tele fiyat biçmektedir. Oldukça da makuldür aslında. Ama burada devreye giren ambalajlama sistemi ve renk seçimleri fakirin gözünü boyar. *Kesim tozu şık bir kupaya koyar, üzerine yeter miktarda su ekler ve masasının başına geçerek "mola, midem kazındı; proje iki dakka beklesin" şeklinde domatesli çorbanın keyfini çıkarırken, fakir tozu orta ölçekli bir kaseye boşaltır, Madde 1'deki ölçüm sistemini kullanır ve yarım ekmekle bir çanak çorbayı bitirir.

Yaşasın 1 Tele'lik martı etli döner sevgili izleyenler..

duymuştum, şehirdeydim

duymuştum, şehirdeydim
gazetelerin senin esrarengiz kayboluşunu yazmasını. tam bir felaket...
duymuştum, şehirdeydim
ürkek bir balık gibi titreye titreye yürürdün evin içinde, sarsılarak dalardın o derin uykuya,
yeşil kanepenin sana tahsis edilmiş bölümünde...
işler, güçler vardı hep. hep oldu zaten.
rüyanda kırmızı, ıslak dilleriyle kurbağalar, yeşil dostların...
seni akşam yemeği yapmaya ant içmiş türlü çeşit mahlûkat.
ve o günlerde bizim ağustos böcekliğine soyunma lüksümüz yoktu.

duymuştum, şehirdeydim.
önce uykuların değişti, sonra uyanışların.
nefesin, nefessiz kalıp saçmalayışların. birer birer değişti.

duymuştum, şehirdeydim.
ben, bir yıl sonra yine aynı gün, bugün, üzerimde aynı etekle, ortaköy'de bir bankta alnının çatına düşen güneş ışıklarını seyretme isteğiyle dolup taşıyorum.

uyku-uyanıklık arası kanat çırpma sesleri, nefessiz kalışlar, uykuya teslim oluşlar.
duymuştum, şehirdeydim.
ah, uykun beni öylesine dinlendiriyor ki.

- doch doch!
- ja, natürlich!

With A Little Help From My Friends

-Cocker daha güzel söylüyor.
-Hmm?
-Diyorum ki küçük yeşil arkadaşlarımla daha iyi anlaşıyorum.
-Evet evet, başımın üstündeki mavi küreyi hareket ettirmemeliydim.
-Kesinlikle, durum itibariyle, birçoğu sabahları önemli işlere iştirak etmek bahanesiyle kandırdıkları cümle yakınlarını itina ile dolandırır ve de bu evvelden müseccel bab-ı gayretden geçerek kesintisiz bir uykuya dalarlar. Bu uyku öyledir ki, efrat-ı muhterem bilir ancak; ne hasetlerle, ne yılgınlıklarla katmerlenen sarih yalnızlıkları örter üstlerini de bir bir kaybolurlar. Hele hele en "çok" oldukları yerde gayet "az"dırlar. Bu uyku başka uykudur dostum, bunu küçük yeşil dostlarımız da bilmez, bu iki kadın da tatmamıştır. Ama tadarlar elbet. Elbet boş bir baldıran testisi uzatan olur ellerine, doldursunlar diye... Bir de bu uykudan uyanmalar vardır... Uyandıranlar vardır...
-Saçmalıyorsun.
-Doch, doch!

15.4.10

Bir Perşembe Sabahı

(Başlangıçta Europa'daki gibi bir giriş olması muhtemeldi fakat görsel öğelerin kısıtlı oluşu imgelemi daraltacağından gerekli görülmedi. Bununla beraber 'kitch' öğelere olan bağlılığım hakir görülmekten ziyade ilgi ve şefkatle yaklaşılırsa ancak, zaman-mekan odacığının bozkırları yeşerir. Bu bağlamda işbu yazıyı okuduğun göz önünde bulundurularak, tüm bu yapıbozum işi; parmak uçlarımdan göz yuvarlağının içine yansıtılır ve beyin kıvrımlarında -ki benim favorim sol lobundakilerdir- Monsieur Grenouille-vari bir istek ile lezzet bulur.)

Uyandın. Üniversiteye gitmek için üstünü değiştirdin ve kahvaltı etmeden çıkış kapısına yöneldin, açtığında yere düşen bir zarf dikkatini çekti. İçinde acilen bir uçak yolculuğu için hazırlanman gerektiğini belirten bir not, bir bilet ve bir banka hesap cüzdanı var, hepsi benim tarafımdan gönderilmiş. İlkin şaşırıyor olsan da buna çok seviniyorsun, uyandığında, bu hafta sınav haftası olduğu için doğal olarak heyecanlı ve sinirliydin, sınavları düşünüyordun. Ama artık aklında sadece, uçak biletinin üstüne el yazısıyla yazılmış Kanada ismi dönüyor. Buluşma zamanına çok olduğundan, üstündekileri çıkarmadan hemen geldiğin yere, yatağa, geri dönüyorsun. Ve Kanada'yı düşünerek uyuyakalıyorsun. Uyandığında, gördüğün rüyanın etkisiyle olacak, etrafındakileri bulanık bir şekilde algılıyorsun ne ki ilerleyen an içinde aklın başına geliyor; koşarak banyoya gidiyorsun, bir duş alıp, ivedilikle dolabındaki bazı elbiseleri çantana tıkıştırıp, son gerekli eşyaları da kontrol ettikten sonra çıkış kapısına koşturuyorsun, kapıyı açtığında yere düşen bir başka zarf dikkatini çekiyor. İçinde uçuşunuzun bir günlüğüne iptal olduğunu belirten bir not var fakat gönderen adını yazmamış ve sen öteki notla karşılaştırdığında yazının aynı elden çıkmadığını dahası kullanılan kalemin bile farklı olduğunu anlıyorsun. Bir şüphe canını sıkıyor.

Sınav saatini zaten kaçırdığın için evde kalmayı tercih ediyorsun ama bir yanın için için ne olmuş olabileceğini düşünüyor. Evin içinde biraz oyalanıyorsun, yatağına uzanıyorsun, banyo aynasında yüzüne bakıyorsun... Sene 1932 olduğundan ev telefonun yok zaten burası da senin evin değil. Genelde iyi gelirlilerin kaldığı bir pansiyon odası. Daha bir şey yemediğinden, ayaklarını sürüyerek aşağıdaki lokantaya gitmeye karar veriyorsun. Orada, beni arayabileceğin bir telefon kulubesi var. Ama hala canın sıkkın çünkü eğer uçuş tamamen iptal edilirse bugün kaçırdığın sınav yüzünden başın dertte sayılır. Sonra aklına hesap cüzdanı geliyor ve rahatlıyorsun. İçindeki para, en kötü ihtimal göz önünde bulundurulduğunda bile seni, bir kaç yıl idare edebilecek miktarda. Lokantaya girdiğinde, günün bu saatinde boş olduğunu görmek seni rahatlatıyor zira kalabalıkta yemek yemekten hoşlanmıyorsun. Zaten bu lokanta fikri seni en başından beri sinirlendiriyor, odanda kendi kendine hazırladığın yemekler daha çok hoşuna gidiyor, ayrıca yemek yerken bakışlarından rahatsız olduğun erkeklerden uzakta olmak senin için çok rahatlatıcı. Telefon kulubesi boş. Telefon numaramın olduğu defteri, odada unuttuğunu ve dahası elbiselerinin üzerine giyilmiş bir gecelik olduğunu ancak fark ediyorsun ve bu kadar dalgın olduğun için kendine küfür ederek yukarı koşuyorsun. Zira saçlarının hali ve gecelikle, şehrin akıl hastanesinden kaçmış uysal görünen ama hemen her an için çığlık çığlığa insanlara saldırabilecek birini andırıyorsun. Ya da öyle göründüğünü hayal ediyorsun. Bu kadar rahat olmak seni geriyor.
Kapına vardığında, benimle karşılaşıyorsun.
-Merhaba! Ben de sana gelmiştim, sen geç kalınca -üstündeki pembe geceliği fark ederek- Bu ne hal?! 30'ların yeni Chanel kreasyonu mu?
-Ha HA ha! Sabah ev arkadaşın bourbon şişeni tuvalete döktü galiba? İkinci notta uçuşun iptal olduğu söyleniyordu?
-Ne ikinci notu?! Biri kapına başka bir not mu bıraktı?!
O sırada iki iri adam merdivenlerde belirir, ben silahıma uzanmak isterim fakat adamlar daha hızlı davranır.
-Bay Vincent, lütfen makul olun, sorun istemiyoruz! Sadece tabletler hakkında konuşacağız.
"Ne tabletleri?" diyorsun. "Asur tabletleri mi?"
-Lütfen içeri girin Profesör -adam cebinin içinde bir silah olduğunu belirten bir hareketle odanı işaret ediyor-
Aklına birden, Perşembe gecesi benimle gittiğin, üniversitenin düzenlediği tarih seminerinde sana incelemen için verilen Asur tabletleri geliyor. Gece seminer sonrası verilen kokteylde çok içtiğimiz ve neden olduğunu şimdi pek hatırlamak istemediğin bir sebeple ofisime gittiğimizde, senin tabletlerin kırılma ihtimalini göz önünde bulundurarak onları öylece ofis koltuğunda bırakışın, diğerleriyle birlikte içeri girerken, aklında tekrar canlanıyor. Neden sonra orada ne yaptığımızı hatırlıyorsun. Canın yine sıkılıyor. Sonra adamlar üstümüzü arıyor ve silahımı alıyorlar.
-Lütfen oturun Bayım! Profesör siz de!
-Bakın eğer Bay Pin için çalışıyorsanız, ona da söylediğim gibi size de tekrar edeceğim, tabletler devletin malıdır ve Profesör Vivien, yazıları yalnızca çevirmek için göreve atanmıştır Bu nedenle tabletler burada olamayacak kadar değerlidir. Üniversiteyi denemenizi öneririm!
Adamlardan hep suskun olanı sinirleniyor.
-Yani tabletler burada değil mi demek istiyorsun?! Neden bu ikisini burada temizleyip tabletleri aramıyoruz?
-Saçmalama! Patron bizi kendi elleriyle öldürür! Bu kadın ülkede bu boktan tabletleri anlayabilen tek kişi...
-Öyleyse adamı temizleyelim.
-Kapa çeneni de onlara göz kulak ol, ben etrafı arayacağım!
Uzun süren bir aramadan sonra Pin'in adamları ikna oluyor. Sen bana dönüp ne yapacağımızı sorar gibi bakıyorsun. Seni oracıkta daha çok seviyorum.
-Beyler, eğer bugün binmemiz gereken L.A. uçağını kaçırırsak Bay Pin daha da sinirlenecek, lakin bir görüşmemiz var, biliyorsunuz. Neden siz üniversiteye gitmiyorsunuz, hem bize vakit kazandırmış olursunuz, hmm? Böylece, fotoğraflardan sonra Bay Pin tabletleri de görürür.
-Bakın Bayım, bu saçma oyundan vazgeçmeniz için sizi uyarıyorum, Bay Pin bize Profesörü ve tabletleri bizzat bizim getirmemizi emretti. Sizi hemen, burada, öldürebilirim. Benim için hiçbir şey ifade etmiyorsunuz. Ne yazık ki diğer alıcıları tanıyor olmanız sizi de önemli kılıyor. Şimdi kapayın çenenizi ve düşünmeme izin verin!
Adam içki dolabına yönlendiğinde, ben yavaşça ayağa kalkıyorum ve ağır ağır ikincisine doğru yürüyorum, diğeri bardağına şişenin dibinden viski dolduruyor.
-Bilmediğiniz bir şey var Bay...
-Groucho.
-Bay Groucho, bilmediğiniz bir şey var, görüyorsunuz ki ben özel bir dedektifim ve bu kadını korumak için Bay Pin tarafından altı ay önce kiralandım. Ayrıca peşimde birileri olduğunu bildiğimden buraya gelmeden önce eyalet polisinden birkaç dostumu da davet ettim, ne olur ne olmaz diye, beni anlıyor musunuz? Size tavsiyem önerimi takip etmeniz, böylece herkes işini yapmış olur...
Aniden ikinci adamın üstüne atlıyorum ve sağlam bir yumrukla onu yere seriyorum, diğerinin birkaç saniyelik gecikmesi yerdeki silahı almama yetiyor. Ayağa kalkıp, sana, "Eşyalarını topla güzelim, yetişmemiz gereken bir uçak var!" diyorum.
-Bay Vincent, büyük bir hata yapıyorsunuz! O uçağa binemeyeceksiniz!
-Göreceğiz Bayım, göreceğiz....
Adamın silahını ve kendi silahımı alıyorum. Sen bana dönerek:
-Vincent, onlara neden tabletlerin yerini söyledin?
Bana öyle bal rengi gözlerle bakıyorsun ki, ne yapmak istediğini hemen anlıyorum.
-Kes sesini, başka yapacak bir şeyim yoktu! Bay Pin, onların nerede olduğunu bu iki sirk köpeğine söylememiş olmalı...
Dışarı çıkarken odanın kapısını kilitliyorsun. Koşarak aşağıya, sokağın sonuna park ettiğim arabama gidiyoruz. Caddenin başında bana dudak büküyorsun.
-Bana az önce "Kes sesini!" dedin! Bazen çok aşağılık oluyorsun!
-Biliyorum bebeğim, ben böyle biriyim.
29 model Chewy'nin kapısını açarken kolumdan tutuyorsun ve dudaklarıma o günün ilk minik öpücüğünü konduruyorsun. Bu minik öpmelerin çok meşhur, son üç aydır... Arabada fazla silahları sana verip torpidoya bırakmanı söylüyorum. Sonra ofisime gidiyoruz. Kapıda bizi sekretim karşılıyor ve halimizden ne olduğunu hemen anlıyor. Doğruca ofisin içine koşuyorsun ve tableti aramaya başlıyorsun, sekreter atılıyor, "onları birinci çekmeceye koydum Profesör, diğer eşyalarınızın yanında..." kadına öyle bir bakış atıyorsun ki ben bile korkuyorum, koltuğuma oturup tabletleri eline alıyorsun ve benden çantanı getirmemi istiyorsun, aşağıya; arabaya iniyorum. Bu sırada sen sekretere kısık gözlerle bakarak:
-Umarım herşey bıraktığım gibidir.
-Korkarım bunu bilemeyeceğim Profesör zira o sabah içerisi epey karışıktı.
Kaşlarını kaldırarak kadına yanan gözlerle bakıyorsun. O sırada ben geri geliyorum, sana çantanı veriyorum. Ve sen onları çantaya geri koymadan evvel kırmızı bluzuna sarıyorsun.
-Acele edelim yoksa uçağı kaçıracağız!
-İlk önce üniversiteyi aramalıyım, öğrencilerim merak ederse sorun çıkarabilirler. Bunu kimse bilmemeli. Herşey bittiğinde Maracaibo'da kokteylimi yudumlamak istiyorum.
-Sanırım bunun için artık çok geç, Bay Pin'in ve Hükümetin sana verdiği meblağ toplamı, şehir bankasını alarma geçirmiştir bile, işin kötüsü paranın havalesi için imzan gerekli, yani daha bankaya gideceğiz! Haydi!
Tam kapıya döndüğümüzde, daha önce üçümüzün de görmediği sıska, seyrek saçlı bir adam peyda oluyor. Sekreter atılıyor:
-Bayım, ailevi nedenlerden dolayı Bay Vincent bugün meşgul neden size ben yardımcı olmuyorum?
Değişik bir aksanla.
-Kimse kıpırdamasın! -cebinden bir 44'lük çıkarıyor ve bana dönerek konuşuyor-
-Bay Vincent, lütfen, Profesör... Tabletleri bana verin, yoksa...
Yavaşça adama yaklaşarak, "Bundan artık sıkılmaya başladım!" diyorum. Adam iyice bana dönüyor. Birden üstüne atlıyorum, yere düşüyoruz, silah patlıyor, adama birkaç yumruk attıkdan sonra bayıldığından emin olunca üzerinden kalkıyorum. Sen o sırada sekreterin üstüne eğiliyorsun. Karnından vurulmuş. Yirmi dakika içinde mide asidi yavaş yavaş kanına karışacak ve acılı bir şekilde ölecek... Adamı bağlamak için bir şeyler bulmaya giderken:
-Ona dokunma, polisi ara! Çabuk!
-Ama bu duyulursa mahvoluruz! Bütün planlarımız suya düşer!
-Bir şekilde halladeriz... Acele et!
Dış kapıyı kilitliyorum, ve hemen yangın merdivenine daha önceden bıraktığım, araba malzemelerinin olduğu yığına gidiyorum, çekme halatıyla döndüğümde adam ayılmaya başlamış oluyor. Sen polise durumu anlatıp adresi söylüyorsun. Adamı hızlıca koltuğa bağladıktan sonra ceplerini karıştırıyorum, Almanya pasortu çıkıyor, birkaç yirmilik banknottan başka bir şey yok..."Vaktimiz yok. Her şeyi böyle bırakıp gidelim!" diyorsun.
-Kimsiniz ve tabletlerin bizde olduğu bilgisini nereden aldınız?.. Bay Hosenfeld?
Adamın aksanı gittikçe bozularak başka bir dil oluyor, sadece sen anlıyorsun, Almanca küfür ediyor. Bana dönerek, "İşbirliği yapmayacak! Gidelim!" diyorsun. Ona bir yumruk atıyorum. Bayılıyor. Siren seslerini duyuyoruz. Dış kapıyı açıyorum, sen o sırada sekretere her şeyin iyi olacağını söylüyorsun. Yangın merdiveninden caddeye iniyoruz. Arabaya binerken, bankaya gidip parayı çekmemizi ve ilk Venezuella uçağıyla ayrılmamızı öneriyorsun. Neden Kanada'ya gitmek istemediğini anlamıyorum.
-Peki ya Bayan Çığ ne olacak? Muazzez arkadaşın sanıyordum.
-Korkuyorum Vincent, içimde kötü bir his var, bu adamlar bizi biliyor. Belki başkaları da vardır! Diğer alıcılar... Bir an evvel bu ülkeyi terk etmeliyiz!
-Kanada'ya gidiyoruz!
Bana kuşkuyla bakıyorsun, o zamana değin bana böyle hiç bakmamıştın. Canım sıkılıyor. Arabaya binince çeneni tutuyorum, "Her şey yolunda gidecek, Muazzez'e tabletleri vereceğiz, paramızı alacağız ve istediğin yere gideceğiz. Bir daha sırf kadın olduğun için seni görmemezlikten gelen aptal tarihçiler ve her gün peşinde dolanan sivilceli asistanlar olmayacak!" diyorum. Gülümsüyorsun. Son hızla bankaya sürüyorum. Öğlen arası verilmeden önce koşar adımlarla bankaya dalıyoruz, banka bekçisi eski dostum, yanlışlıkla bir çocuğu vurduğu için emekliye ayrılmak zorunda kalan bir polis, bana doğru yaklaşıyor; ben sana imzayı atıp hemen gelmeni söylüyorum.
-Merhaba Vincent, bu hoş sürprizi neye borçluyuz? İçki yasağı seni de mi vurdu?
-Ah, bütün ülke kan ağlıyor!
-Sana ne diyeceğim, belki ilgini çeker, Bucket Of Blood'da artık el altından veriyorlar; sakın bizim çocuklara söyleme, yarın seninle bir iki bardak viski iyi olurdu doğrusu. Pazarları yalnız olmak hoşuma gitmiyor, biliyorsun.
-Benim için bir şey yapmanı istiyorum dostum, akşam iş çıkışında hastaneye gidebilir misin? Mag rahatsızlandı da... Biliyorsun kimsesi yok.
-Tabi! Sorun nedir?
-Önemli bir şey değil sanırım, ben şehir dışında olacağım, ona bakarsan sevinirim, soyadı Murdock.
-Sorun değil, patron! Soyadını biliyorum. Nereye gidiyorsun?
-Vivien'la şehir dışına çıkacağız, bilirsin işte, nefes almak için... Önemli iş...
-Bu aralar, iyi bir fikir, memnuniyetle sana yardım ederim.
Sen hızlıca yanıma geliyorsun, başınla bekçiye selam veriyorsun, ben iyi günler diliyorum ve çıkıyoruz. Arabaya binene kadar konuşmuyorsun. Sonra neşeyle, "Bu çok para!" diye bağırıyorsun, "Tam iki yüz elli bin dolar! Şu Pin Hükümete sıkı rüşvet vermiş olmalı, tam bir avanak!"
-Ben olsam bundan o kadar emin olmazdım, tabletlerin paha biçilemez olduğunu söylemiştin.
-Yalnızca doğru ellerde tatlım! Yalnızca doğru ellerde!
Doğruca havaalanına gidiyoruz. Yol elli dakika sürüyor. İnerken silahımı koltuğun altına bırakıyorum, araba bakıcısına anahtarı uzatıp, cebine Bay Hosenfeld'den aldığım yirmiliği sıkıştırıyorum, çocuk neye uğradığını şaşırıyor; ona arabayı ofisime bırakması için adresi veriyorum. Gülerek kabul ediyor. Bu akşam arabamla şehiri dolaşacağını çok iyi biliyorum. Uçağa binmek için alana yürüyoruz, küçük bir otobüs geliyor ve bizi alıyor, uçak Pan Am'in ilklerinden, bir Comet, bu ikinci binişim olacağı için çok heyecanlıyım, sen oralı olmuyor gibi görünüyorsun. Bu hoşuma gidiyor. Çantanı yanımıza alıyoruz. Ve yol boyunca sadece Karaiblerde bir tekne yolculuğunun ne kadar güzel olacağından bahsediyorsun. Hatta bir ara St. Martin Adası'nda Flemence ve Fransızcanı aynı anda geliştirebileceğine dair birkaç parlak fikir öne sürüyorsun. Ben de bunca dili nasıl öğrendiğini merak ediyorum. Yolculuk uzun sürüyor, indiğimizde kar yağıyor, burası çok soğuk, bütün o koşuşturmacada üstümüze kalın bir şeyler almayı unutmuşuz. Pasaport işlemlerinden sonra, hemen araba kiralamak için birilerini arıyoruz. Neyse ki burada eyalet havaalnında olduğu gibi araba kiralanabilen bir yer var, 29 model bir Ford A gösteriyorlar, daha fabrikadan yeni çıkmış gibi duruyor, adam uzun zamandır ilk araba kiralayanın bizler olduğunu söylüyor, kriz tabi ki Kanada'yı da vurmuş, arabanın tekerleklerine zincir takmak için oyalanıyorum. Sen ofiste kahve ve sigara içiyorsun. Camdan beni izliyorsun. Bir şeyler düşünüyor gibisin. Her şey bittiğinde, yoldayız, Niagara Falls, Toronto'nun güneyinde, yol bir buçuk saat tutuyor, acele etmeden gidiyorum. Sen radyoyla oynuyorsun, maden ocaklarında çalışanlar için hazırlanmış bir programda Raphsody In Black And Blue çalıyor, kendi kendine neşeleniyorsun. Bu kendi kendine neşelenmelerin de çok meşhur. Biraz gergin olunca hep böyle yapıyorsun....
-Biliyor musun, ben küçükken babam piano çalmamı istemezdi. Bunun kızlara göre olmadığını düşünürdü. Tam bir Mormon!
-Bence baban haklıymış, müzik zevkin bu yüzden berbat olmalı! -omzuma vuruyorsun-
Sana bakıyorum, ağlayacak gibisin.
-Hey?! Ne oluyor?
-Yok bir şey! Çok mutluyum sadece o kadar.
-Ah, seni tatlı şey! Bu kadar heyecanlanacak bir şey yok, sadece bir çanta takası olacak. Beni dışarıda bekleyeceksin. Hepsi bu!
-Bilmiyorum. Ya ters giderse?!
-Bayan Muazzez yanında olacak, bir sorun çıkacağını sanmıyorum.
Yolun sonundaki ağaçlık alana park ediyorum, Dışarıda bir lokanta var, içeri girip Bayan Muazzez'in otelini arıyorum, sen arabanın içinde sigara içiyorsun. Telefona kendisi çıkıyor, on dakika sonra Sheraton'ın lobisinde olacağını söylüyor. Barda duran garsondan bir paket Camels istiyorum, bulunmadığını, sadece tütün sattıklarını söylüyor. Canım sıkılıyor. Belki lobide satıyorlardır diye düşüyorum. Dışarı çıktığımda sen arabanın önünde beni bekliyorsun. Çantayı bana uzatıyorsun. Yüzünde hala anlayamadığım bir ifade var. Hızlıca, bir kaç dakikalık Sheraton yolunu yürüyoruz. İçeri girdiğimizde seni Muazzez Hanım karşılıyor, biraz konuşuyorsunuz ben sigara satan kızı arıyorum, canım çok sigara istiyor. Neyse ki bir tane buluyorum. Ama ben daha yakamadan, sen bana muğlak gözlerle bakarak, "213'üncü oda. Ne olur dikkatli ol." diyorsun. Hatta bana sarılıyorsun bile! Canım sigara istiyor. Koşar adım asansöre gidiyorum, asansörü kullanan yaşlı adam, yüzü kadar eski bir gülümsemeyle, "İyi akşamlar, hangi oda Bayım?" diyor, "213" diyorum. Yükseliyoruz. Ben çıkarken arkamdan, "İyi akşamlar Bayım!" diyor, galiba bahşiş istiyor; kendi kendime, dönünce vereceğimi söylüyorum. Sonra yine kendi kendime bu iş bitince lanet sigarayı da içeceğimi söylüyorum. Kapıyı çalıyorum. Hemen açılıyor. Yaşlı, uzun bir adam açıyor kapıyı, aksanına bakılırsa tam bir İngiliz beyefendisi; elimden çantayı alıyor, yatağın üstündeki para çantasını gösteriyor. Ben paraların gerçekliğini kontrol ederken o da tabletleri kontrol ediyor. Sonra gülerek selam veriyor ve odadan ayrılıyor. Kendi kendime her şeyin çok kolay olduğunu düşünüyorum. Bir sigara çıkarıyorum, ağzıma koyuyorum, tam yakacakken dışarıdan garip gürültüler geliyor, oralı olmuyorum hayatımda ilk defa. Sonra kapı açılıyor; sensin. İlk önce anlamıyorum, gözlerin ağlamaklı. Ve elinde bir 44'lük tutuyorsun yaşlı adamı içeri sokuyorsun. Adamın korktuğu her halinden belli. Bana dönerek:
-Her şey için teşekkür ederim Vincent...
-Sen neden bahsediyorsun Vivien?
Bu soruyu sormamla, beni vuruyorsun, sonra yaşlı adamı vuruyorsun. Ben sandalyenin üzerine düşüyorum, doğrulmaya çalışıyorum; beni boynumdan vurdun... Ağlıyorum. Ağlıyorsun. Yaşlı adamın yanına yaklaşıp kafasına sıkıyorsun, sonra silahı eline veriyorsun. Her şey o kadar hızlı oluyor ki hala inanamıyorum, ağzımda sigara öylece oturuyorum. Eldivenlerini çıkarıp yanağımı okşuyorsun. Sonra çantalarla odayı terkedecekken sen, "Ateşin var mı?" diye soruyorum, çok hırıltılı bir soru oluyor bu. Bana gülümsüyorsun, hızlıca sigaramı yakıyorsun, sonra eşi benzeri görülmemiş bir hızda odayı terk ediyorsun. Parfümün. Levanta kokusu sigara dumanını bile bastırıyor. Ağlıyorum.

ışık... biraz daha ışık...

- dünyanın son günü gelmiş gibi.
- öyle mi dersin?
- baksana şehrin haline. taş taş üstünde kalmamış. can çekişen bedenler ve kesif bir koku bulutu. bir saat önce limandan bir gemi kalkacağı duyurulmuştu. dünya'dan kaçmak için son bir şans. gitmiş midir acaba yoksa orada mıdır hala?
- gitse ne olur ki, gidecek misin yoksa sen de?
- sen de gelirsen neden olmasın. gelmez misin, hı?
- yok, gelmem. sen git ama istersen.
- hadi ama, bu harabenin içinde ne işin var. bu kırmızılık, siyah toz bulutları, ortalık cehenneme dönmüş, sen hala burada kalmaktan bahsediyorsun. yapma allahaşkına...
- ...
- seni burada tutan ne var söylesene?!
- ...
- seninle konuşuyorum, yüzüme bak.
- sen varsın ya... sen be...
- hala anlamıyorsun salak. ben de gitmek istiyorum diyorum sana. ikimiz beraber gidelim diyorum işte. ona niye yanaşmıyorsun?
- nereye gideceğiz ki? dünya'dan kaçmak mümkün mü? o gemi nereye gidebilir sence?
- bu cehennemin dışında herhangi bir yere. belediye başkanı bile felaketin yaklaştığını görür görmez sessizce kaçtı. en küçük böcek bile buradan kaçmaya çabalarken senin burada kalma ısrarın da neyin nesi?
- ne bileyim... ben kendimi buranın dışında hiç düşünmedim ki. doğduğumdan beri buradayım sanki. başka yerde varolamazmışım gibi geliyor.
- varolmak mı? belki de seni biraz yalnız bırakmalıyım. düşünmelisin belki biraz bu varolma meselesi üzerine. aklın oldukça karışmış gibi görünüyor. yoksa edebiyatçı yanın oksimoronlar yakalayıp buradaki salt bulunuşumuza lüzumsuz bir şiirsellik katmak mı istiyor? yokoluştaki varoluşumuz falan... ahahaha. yok bu tezat oldu. değil mi?
- bak şurada yerde yeşil ceketli bir adam yatıyor. hadi, onun yanına gidelim. belki ölmemiştir.
- aptalsın sen. gidip limana bakacağım. gemi hala oradaysa seni ararım. o zaman son kararını söylersin bana.

...

12.4.10

Sorunsala Barnak Basan Ursula

Veda ederken insanın dili damağına yapışır. İçi bir hoş olur, elini kolunu nereye koyacağını şaşırır. Sarılsa mı el mi sıkışsa... ya da kaç dakika sarmaş dolaş kalmalı...
"Kendine iyi bak, görüşürüz, ara mutlaka, başarılar dilerim, bişi unutmadın ya.."
Pekala, tam 1 dakika 23 saniye. Evet, gidene sarılı vaziyette duvara karşı söylenen bu cümlelerin toplamı tam 1 dakika 23 saniye. Uzatmadan sarmaldan çıkar ve saçı başı düzeltirsin. Manen ambole oluşunu gizlemek içindir bu işlem. Tabi bu kimi yolcu ettiğine de bağlı. Örnekse;

Ursula 7 yaşında. Yaprak toplayıcısı. Koca bir çiftlikte yaşadığını düşünürsek bu koleksiyon için "ender", "muazzam", "eşi görülmemiş" sıfatlarını kullanmak yersiz olur. Geçen sene evcil salyangozu Arnold'a yatak yapmak için arayıp bulduğu limon ağacı yapraklarından sonra çiftlik hayvanlarının bel ve sırt sorunları üzerine pek kafa yorar olmuş. Arnold'ın ardında bıraktığı sümüksü sıvıya dayanamayan Ursula bir süre sonra onu yere çalmış ve kabuğunu tuzla buz etmiş olabilir ancak bu onu küçük bir cadı yapmıyor. Fazla titiz diyelim. Çiftlikte Arnold hadisesinden sonra güçlü bir bağ hissettiği tek hayvan horoz Demian. Heybetli ak Demian sabaha karşı 4 ila 5 sularında bariton ötüşe geçen mesleki kimliğine ve haremine saygılı bir er kişi. Karizmasının yerle bir olduğu dakikalar Ursula'nın kollarında geçirdiği şefkatli saatler. Hayır, Ursula.. Elmayra Fasikül VII "Suçlu Psikolojisi ve Hayvanlar" başlığı altında incelenen küçük sevimli bir kızceyiz. Ursula'nın bu konuda daha bilinçli olduğunu söyleyebiliriz.
Bence..
Ursula'nın genlerinde didaktik öğeler mevcut. Demian'ın ilkbahar, sonbahar, yaz ve kış yapraklarını birbirinden ayırt edip, toplanmaya değer renk ve kalitedeki yaprakları gagalayıp onları Ursula'nın belirlediği noktaya taşıması için über ekstra ivedi hızlı bir kursa tabii tutulması gerekiyor. Ursula sabırlı sayılır ancak kimi zaman küçük bir kız bile çileden çıkabiliyor. O zamanlarda Demian'ın ibiği ibibiği ibişi kırmızı sallantısı çekiştirile çekiştirile Eugene amcanın kol altı derisi gibi sarkıyor, Demian ise cinnet geçirip Ursulayı narin mini mini poposundan didikliyor ve günler böyle geçiyor.

Son, başlangıcını hazırlar derler. Ursula ve Demian arasındaki bağ yeni bilenmiş bir bıçağın güneşte pırıl pırıl parlamasını fark etmeleriyle kopuşa geçiyor. Besili, güçlü bir horozun kesilmesi için ciddi mali sıkıntılar olması gerek. Demian başına gelecekleri bildiği için kendini gönüllü olarak Ursula'nın fırfırlı eteğinin altına saklıyor ancak Baba Richard için bu bir engel değil.
"Ursula, horozu bana ver yavrum"
"Horoz mu?"
"Evet, eteğinin altındaki horozdan bahsediyorum."
"Eteğimin altında horoz mu var babacığım?"
".."
"Hımm.. Ama bu demian. Horoz değil ki."
"Ursula, Demian bu horoza verdiğin isim. Bu onu kişileştirmiyor canım. O yine de bir horoz."
"Evet ama..Bu onu hayvan yapmaya yeterli mi sence?"
"Ursula, saçmalıyorsun. Hadi, horozu bana ver.. Yoksa kendim gelip alırım."
"Baba.."
"Ursula.."
"Onu keseceksin ama.. Akşam buğday lapasının içinde onun etinden parçalar olacak."
Ursula cevap beklemeden Demian'ı kucağına alır ve "Akşama görüşürüz Demian" der.

5 saniye 2.3 salise..

9.4.10

Ho ho ho! Ni Ha Ho!

"nisan ayında yeni yıl mı olur, kristofır? hangi takvimi kullanıyorsun sen kuzum ha?" demesin kimse. şimdi durduk yere kimse elimizi kana bulatmasın.

köşede duran kasketli, kavruk tenli, bıyıklı satıcıdan horoz şekerlerini alanlar, antik tiyatronun eski püskü, küpeşte sıralarında boş buldukları yerlere nazik popolarını yerleştirsinler lütfen.

çocuklarıyla gelenler üzülmesin, sıkılmasın. fazla yer kaplamasınlar diye kucaklarında tutmaya çalışmasınlar zavallıları. salsınlar ortalığa, gezinsin çocuklar. ama dikkat edin, sahne dekorunu mıncırmasınlar, zira gösteri saatine az kaldı ve dekorcu çocuk az önce sevgilisiyle mesaj yoluyla kavga ettiği için sahildeki siyah, büyük taşın üstüne oturup denize sekmeyen taşlar atmaya gitti şu anda. cep telefonunu da parçalamış olabileceğinden dolayı kendisine ulaşamayabiliriz. ondan sebep, aman diyim sahne dekoruna dikkat.
- hoooop, pardon bağyan! yağlı boya, değmesin!...

sarih delilik gezici hophop ve zıpzıp kumpanyası
size acıklı bir güldürü sunacak, sağyın seyirciler.
şu anki planlarımıza göre programımızın ne kadar süreceğini öngöremiyoruz ne yazık ki. bu, kuklalarımızın ruhsal durumu, aralarındaki gönül ilişkisi ve bizim cebimize girecek sarı sarı liraların sayısına bağlıdır tamamen.
ondan kelli, şimdi yerlerinizi alın ve bizi izlemeye koyulun.
hoş geldiniz! ho ho ho! ni ha ho!

I believe in Saint Nicholas... It's a different type of Santa-Clause...

Hepi Nü Yiğır Sevgili İzleyenler


Nisan yağmurlarının ıslattığı bir günü daha geride bırakırken solumda az evvel mide asitlerine yenik düşmüş bir muzun kabuğu, sağımda koççkocaman bir back-up aletiyle "Pisliğin bini bi para" diyorum içimden.
-Evet Dolores, bir dilim limonlu tart 6 tele.
-...
-Sana pahalı gelebilir ancak bugün Hellas'da kaç limon ağacı senin gastronomi zevkine hizmet etmek uğruna kesiliyor acaba? Bence senin aldığın ürünler Sterlin değerinde hesaplanmalı.
-...
-Sakin ol bebeğim yoksa seni jelatine sarar güneşin altında bırakırım.
-..
-Böyle daha iyi.. Şimdi neden gidip saç diplerindeki iğneleri çıkarmıyorsun, akupunktur için geç bir saat.
-..
-Mersi.