15.4.10

ışık... biraz daha ışık...

- dünyanın son günü gelmiş gibi.
- öyle mi dersin?
- baksana şehrin haline. taş taş üstünde kalmamış. can çekişen bedenler ve kesif bir koku bulutu. bir saat önce limandan bir gemi kalkacağı duyurulmuştu. dünya'dan kaçmak için son bir şans. gitmiş midir acaba yoksa orada mıdır hala?
- gitse ne olur ki, gidecek misin yoksa sen de?
- sen de gelirsen neden olmasın. gelmez misin, hı?
- yok, gelmem. sen git ama istersen.
- hadi ama, bu harabenin içinde ne işin var. bu kırmızılık, siyah toz bulutları, ortalık cehenneme dönmüş, sen hala burada kalmaktan bahsediyorsun. yapma allahaşkına...
- ...
- seni burada tutan ne var söylesene?!
- ...
- seninle konuşuyorum, yüzüme bak.
- sen varsın ya... sen be...
- hala anlamıyorsun salak. ben de gitmek istiyorum diyorum sana. ikimiz beraber gidelim diyorum işte. ona niye yanaşmıyorsun?
- nereye gideceğiz ki? dünya'dan kaçmak mümkün mü? o gemi nereye gidebilir sence?
- bu cehennemin dışında herhangi bir yere. belediye başkanı bile felaketin yaklaştığını görür görmez sessizce kaçtı. en küçük böcek bile buradan kaçmaya çabalarken senin burada kalma ısrarın da neyin nesi?
- ne bileyim... ben kendimi buranın dışında hiç düşünmedim ki. doğduğumdan beri buradayım sanki. başka yerde varolamazmışım gibi geliyor.
- varolmak mı? belki de seni biraz yalnız bırakmalıyım. düşünmelisin belki biraz bu varolma meselesi üzerine. aklın oldukça karışmış gibi görünüyor. yoksa edebiyatçı yanın oksimoronlar yakalayıp buradaki salt bulunuşumuza lüzumsuz bir şiirsellik katmak mı istiyor? yokoluştaki varoluşumuz falan... ahahaha. yok bu tezat oldu. değil mi?
- bak şurada yerde yeşil ceketli bir adam yatıyor. hadi, onun yanına gidelim. belki ölmemiştir.
- aptalsın sen. gidip limana bakacağım. gemi hala oradaysa seni ararım. o zaman son kararını söylersin bana.

...

Hiç yorum yok: