16.4.10


5 yaşında genç bir adamım ben. Kocamanım. Akıllıyım da. Büyüklerim öyle çağırıyor beni. Bir oturuşta 4 kek dilimi yiyebiliyorum, bitkiler nasıl yetişir haberim var, annem babama “Robert, beni delirtiyorsun” dediğinde gerçekten delirmeyeceğinin farkındayım, büyükannem ayak tırnaklarını keserken bir yandan da diğer eliyle eteğini örtmeye çalışıyor, bunun nedeni benim bazı şeyleri görmemem gerektiği; bunu da biliyorum. Güneşin geceleri neden yok olduğunu, tavşanlarla sincapların aynı yeteneklere sahip olmadıklarını, havucun yararlı, patates cipsinin zararlı olduğunu, içinden dilek dileyince Tanrı diye birinin seni duyduğunu ve dilediğin şeyi sana verdiğini biliyorum. Gerçi bu konuda henüz tutarlı bir fikrim yok. Düşündüğüm şeyleri yalnızca ben duyuyorum. Başkasının duyduğuna dair de bir ipucuna rastlamadım. Bazen büyük teyzem Marlyn’in suratına bakıp bazı şeyler düşünüyorum. Mesela;

“Marlyn teyze, o kadar kötü kokuyorsun ki, ölmek istiyorum.” diyorum. Oturduğu yerden bana göz kırpıyor.

“Marlyn teyze, dişlerinin yarısının ağzının dışında olmasının bir sebebi varsa o da geride kalanların kötü kokudan ölmek üzere olmalarıdır” diyorum, “buraya gel genç adam, senin için bir şeyim var” deyip cebinden içi kremalı çikolatalardan çıkarıp ağzıma sokuşturuyor.

Her gün, her saat aklımdan bir sürü şey geçiyor. Bazen yetişemiyorum. Etrafımda gördüğüm şeyler geceleri rüyama giriyor. Şekilleri, renkleri, boyutları değişmiş oluyor ama böylesini daha eğlenceli buluyorum. Gece gördüğüm rüyaları düşünüp resimler yapıyorum. Annem

“Bu çocukta bir şeyler var, baksana Robert, büyükanne Meredith’i yiyen bir hamburger çizmiş” diyor. Babam okuduğu gazetenin üzerinden çizdiğim resme bakıp kafasını iki yana sallıyor ve tekrar gazeteye gömülüyor. Rengârenk kalemlerle değişik resimler yapmayı seviyorum. Aynaya bakmayı seviyorum. Bazen babamla aynı anda banyoda farklı şeyler yapıyor oluyoruz. Yan gözle onu izliyorum, dişlerini fırçalıyor. Görüş alanım belinden aşağısı olduğu için bacaklarındaki siyah kıllara takılıyor gözüm. Benim bacaklarımda onlardan yok. Siyah keçeli kalemle bacaklarıma kıllar çiziyorum. Uzun uzun çubuk şeklinde..Annem bağırıyor.

“Robert, gel de oğlunun bacaklarına ne yaptığına bir bak.”

Kalabalık bir ailem olması bazen hoşuma gidiyor ama çoğunlukla mıncıklanmaktan ve ayakaltında yuvarlanmaktan hoşlanmıyorum. Sinirlendiğim zamanlar babam gibi kükremeye çalışıyorum;

“Bu benim hayatım, sesimi yükseltiyorum..Oldu mu?”

Hep bir ağızdan gülüp beni ortalarına alıyorlar. Yanağımı sıkıp, omuzlarımın genişliğini ölçüyorlar. Kimisi saçlarımın kesiminden şikâyetçi, kimisi dişlerimin ileride sorun çıkaracağından emin. Lastik gibi oradan oraya uzuyorum. Bu hoş bir şey değil.

Neden ve nasıl sorularını sadece büyükbabamla paylaşabiliyorum. O çok büyük. Annemden babamdan bile daha büyük. Onun dizine oturup gözlerimi suratına dikiyorum. O da bana bakıyor. Hiç gülmüyor. Ben de hiç gülmüyorum ama sonra gülesim geliyor. İşte o yenilgi esnasında aslında benim için başlangıç olduğunu biliyorum.

“Büyükbaba, budala ne demek?”

“Diyelim ki ben bir tavşanım”

“Ama sen tavşan değilsin ki. Kulakların uzun değil senin.”

“Yani, mesela diyorum. Diyelim ki öyleyim..”

“O zaman hemen gidip pembe kalemimle burnumu tavşan burnu yapayım bende, ikimizde tavşan olalım”

“Oturur musun lütfen..Bir soru sordun ve cevaplıyorum..”

“Peki.”

“Pekâlâ, diyelim ki ben bir tavşanım. Büyükannen de bir havuç. Ağaca dayanmış kitap okuyan bir havuç görüyorum. Çok güzel..Lezzetli..İri..Yani, güzel işte..”

“Büyükannem havuç mu?”

“Evet, havuç evlat..Sonra bir başka tavşanın da o havucu gözlediğini görüyorum. Uzun boylu bıyıklı lanet olası bir havuç. Sözüm ona sporcu. Ben neyim? Ben bir müzisyenim. Romantik bir müzisyen. Havuçların dilinden anlayan. Evet, ne diyordum, o da o havucu istiyor. Ama benden daha iri. Beni pataklamak için de can atıyor.”

“Burnunu kanatmak için mi yani?”

“Aynen evlat..İkimiz de aynı havucu istiyoruz. Karar havucun tabii..Ee, şey, neden bahsediyorduk evlat?”

“Budala ne demek diye sormuştum.”

“Haa evet, büyükannen şu an mutfakta benim şarkılarımdan birini mırıldanıyor. Bu durumda havucu ben kazanmış oluyorum. Kaybedene de budala derler. Kaybedenler budaladır evlat, bunu sakın unutma.”

“Geçenlerde büyükannem senin boşa attığını söyledi. Kaybedilen maç hanen kabarıyormuş. Bu durumda senin budala olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü top bile oynayamıyorsun artık.”

“Hadi, git ve annene yardım et..Bu dediklerimi de unutma..Bir kadını istiyorsan onu eninde sonunda elde etmelisin.”

Paylaştığınız şey değil, paylaşılan anlar önemlidir demişler..

İstediğim pek çok şeyi şu an yapamıyorum ama kafamın içinde istediğim her şeye ulaşabiliyorum. Bunu anlamak biraz güç doğrusu. Bir şeyi düşünüyorum ve gözümün önünde beliriveriyor. Mesela geçenlerde Suzanne pembe bir külotlu çorap giymişti ve o rengi görünce nedense içim içime sığmaz. Dokunmak istedim ancak büyükbabamdan enseye cimcik yiyince ben de içimden dokundum. Suzanne’in çorabına dokundum. Saatlerce pembe rengi izledim. Hiç kimse de bir şey diyemedi..O sırada tabağımdaki brokoliyi bitirmekle cebelleşiyordum, kimse bir şey fark etmedi. Kendi kendime gülümsediğimde

“Robert, bu çocuk kendi kendine gülüyor. Ne yapmamız gerektiğini bilemiyorum” diyor.

Evet; gökkuşağından, denizden, dilimden, beyaz tırnaklarımdan, yemeklerden, annemden, babamdan, dua etmekten, bahçemizdeki yapışkan otlardan, makinelerden, saatten, müzikten, ses tonlarından, uzunluklardan, genişliklerden, kirpiklerden, dişsiz ağızlardan, Suzanne’den, göbek deliğimden, çizdiğim resimlerden, gökyüzünden, yer altından, noelden, hediyelerden, bebeklerden ve daha kafamı kurcalayan pek çok şeyden bahsetmek isterdim ama 5 yaşında ve yer cücesiyseniz, sebepsiz yere, sadece sesiniz olduğunu fark etmek, onun nasıl bir şey olduğunu, ne dereceye kadar yükselebileceğini öğrenmek adına avaz avaz bağırıyor ve bundan büyük zevk alıyorsanız annenizin sizin ağzınızdan çıkacak mantıklı cümlelerle pek işi olmuyor.

Bana bir lolipop verin ve kaybolun ortadan!

Hiç yorum yok: