29.4.10

Aralık - Nisan

Aralık, 940.

O kış, kar, Luxembourg'un arka caddelerine daha düşmemişti; on yedi yaşındaydın, baban doğdu doğalı kambur bir hamaldı. Sisyphos'un yerine, iltimasla geçirilmiş bir yakınıydı. İşinden nefret ediyordu. Annen, iki sene önce Lorraine'de bir fransız madenci tavernasının üçüncü katında ölü bulunmuştu, frengiden, hiç tanımadın onu. Tanısan da umurunda olmazdı zaten. Çünkü seni ilgilendirmediğini düşünürdün. Seni pek az şey ilgilendirirdi. Mesela kadınlar ya da sıcak bir ekmek ve bir tas sıcak yemek, belki yatacak sıcak bir yer, belki... O gün ellerin daha bir kadının bacaklarına değmeden ölmüştün? Arkadaşların arkandan böyle diyordu. Sana gülüyorlardı. Sana imreniyorlardı. Zaten çok arkadaşın yoktu, bunları da tren istasyonunda ufak işler kovalarken tanımıştın. Savaş çıkınca, her evsiz çocuğun yaptığı gibi, Doğuya gittiler. Üniforma onlar için her şeydi.

Ölmüş müydün?
Onlar ölmüştü, bu kesindi...

-Adım yok benim.
-Sana adını sormadım zaten, Fransızcan çok güzel, nerede öğrendin?
-Sana ne! Bundan sana ne?! Beni rahat bırak...

Gözlerini açtığında bir vagondaydın, ellerin bir kadının bacağına düşmüştü ve kadın pür dikkat seni izliyordu. Rüyanda Fransızca konuşuyordun. Annenle...

-Nereye gidiyorsun?
-Ne?
-Nereye gidiyorsun?
-Bilmiyorum, bu tren nereye gidiyor?
-Bilmem...
-...bir kaç Frank'a elimle yapabilim, ister misin? Karnım çok aç ve paraya ihtiyacım var, hmm? Ne dersin?
-Ne?
-Paran var mı?
-Param olsaydı, bu vagonda olmazdım güzelim, böyle mi geçiniyorsun? Kendine daha namuslu bir iş bulamadın mı?
-Hmpf, ne gibi? Dikiş dikmek veya ev toplamak gibi mi? Savaş bitti, askerler evlerine dönüyor, bize çok ekmek çıkar daha... Kaçak mısın?

Canın sevişmek istiyor. Ama seni tutan bir şeyler var. Vagonun uğultusu canını sıkıyor. Merak ediyorsun, bu kızın burada ne işi var? Aklına hemen cebindeki iki bronz Frank geliyor. Elini cebine atıyorsun, orada yoklar. Göz göze geliyorsunuz, sana sırıtıyor.

-Namuslu olmadığımı sen söyledin. Al... Zaten sana geri verecektim.
-Seni pis sürtük...
-Hey...
-Eğer biri tahtaların arasından dışarıya düşseydi, sana o zaman günü gösterirdim...

Kızın kirli yüzünden yaşını çıkartmaya çalışıyorsun, on beş yaşında ya var ya yok, gözleri kahverengi ve parlıyor. Parlıyor. "Belki bal rengidir." diyorsun içinden, hemen olduğun yere çöküp oturuyorsun. Kız da seninle aynı şeyi yapıyor. Sonra Fransızca soruyor: "Adın ne?" Öylece, soğuk kış rüzgarının kazağının boğazından içine doluşuyla aynı anda oluyor bu, irkiliyorsun.

-Almanca konuşmayı tercih ederim.
-Neden? Rüyanda gayet güzel konuşuyordun.
-Ne dedim?
-Annen hakkında bir şeyler...

Bronzlardan birini kıza uzatıyorsun. Hayatında ilk defa içinden gelerek bir şey yapıyorsun. Biriyle paranı paylaşıyorsun. Bunu neden yaptığını bilmiyorsun.

-Sen nasıl bir adamsın? Annen hakkında onca şey sayıkladıktan sonra hem de? Koy onu cebine, vazgeçtim ben. Zaten ilk durakta ineceğim.
-Yanlış anladın. Al bunu. Ama ilk durakta inme. Hava çok karanlık ve soğuk...
-Özür dilerim...

Tren yavaşlıyor. Kız sana doğru sokuluyor. İyice durduğunda dışarıdaki köpek sesleri de kulağınıza çalınıyor. Kız daha çok sokuluyor: "Adım Anna." Vagonun sürgülü kapısı sonuna kadar açılıyor...

-Bakın burada kimler varmış? Deliklerini kaybetmiş iki küçük tavşan!



Nisan, 832.

Gözlerin, sıcak su buharıyla iyice rahatlıyor. Ama bu sefer de kafan kaşınıyor. Saç diplerini tırnaklarınla kazıyorsun. Daha çok kaşınıyor. Bir kadın sana Shilluk dilinde bağırıyor, anladığın kadarıyla beklemeni, yapmamanı söylüyor. Ne yazık ki, çok az şey hatırlıyorsun, bir isim belki; Anna.

-Efendim, artık devam etmeliyiz, deveniz için çok geç...
-Kahretsin, güzel bir hayvandı, yazık oldu... Tamam.
-Efendim, ayrıca özür dileyerek belirtmeliyim ki, Teğmenim diyor ki; mediyetsiz rehbere kıyafet bulmalıymışsınız, bunu özellikle belirttiler efendim...
-Thomas, Teğmenine söyle, o kıçını çöl karıncaları için yuva haline getirmek istemiyorsa çenesini kapasın! Bu bilimsel bir çalışma ve emirlerime uymak zorunda! Tabi eğer Kral Hazretleri'nin 'özellikle belirttiği' görevlere karşı gelmeyi istiyorsa o başka...
-Teşekkürler efendim, kendilerini bu konuda bilgilendireceğim...

Shilluk kadınla göz göze geliyorsunuz, kadın sakallarına dokunuyor ve gülüyor. Kadını tanıdığından beri onu hiç anlayamadın; bazen Thomas'ın dediği gibi, onun sadece medeniyetsiz, baldırıçıplak bir köle olduğu için sevdiğini düşünüyorsun. Kadın sana inanıyor. İnanıyor. Aynı senin Kral Hazretleri'ne inandığın gibi. Canın daha çok sıkılıyor. Dünya bu kadar büyükken ve gidecek onca yer varken, hala birilerine tabi oluyor olmak canını sıkıyor. Akşam oluyor. Yüreğine akşam oluyor. Gölgeler uzadıkça, canın daha çok sıkılıyor. Nil'den çok uzaksın, tanıdığın her şeyden, herkesten uzaksın. İçinde adını koyamadığın bir his daha var. Gece gördüğün rüyayı hatırlamaya çalışıyorsun. Kadın, kadının, ellerini yüzünde gezdirmeye devam ediyor, yüzünü kendine çeviriyor. Kadının gözlerinde kendi, boş bakışlı yüzünü görüyorsun, kendinden iğreniyorsun. Şimdi Avrupa'da olmak istiyorsun.

-Anna diye, bir kadın.
-Bir kadın?
-Evet. Rüyamda. Gece. Uyurken ben.
-Gece, diğer ruhlarla konuşabiliyor musun? Beyaz ruhlarla?
-O ruh değil. Senin gibi...
-Burada mı? Buraya bir kadın mı aldın? Beyaz bir kadın?
-Hayır. Kafamda. Ben uyurken geldi.
-Bazen tanıdıklarımızı, görüyorum ben de, mızraklı adamları...
-Ah, tamam, boş ver zaten söylediklerimi anlamıyorsun, belki de askerler haklıdır, üstüne bir şeyler giysen iyi olur...
-Hemen mi?

Çadır ve şilte ısınıyor.

Ölüyor musun?

Hiç yorum yok: